Nurcu
1945 yılında , Risâle-i Nur kitaplarını okuyanlara “Nurcu” denilmeye başlanılmıştır. Halk partililer kötülemek ve tarif etmek için Risâle-i Nur okuyanlara “Nurcu” diyorlardı. Risâle-i Nur okuyanlar da “Elhamdülillah” Nursuz değiliz diye halk partililere ve Müslüman düşmanlarına cevap veriyorlardı. Daha sonraları sadece Risâle-i Nur okuyanlara değil, faal Müslümanlara da Nurcu denilmeye başlanıldı.
Müslümanlık aleyhinde çalışanlar kötülemek istedikleri Müslümanları savcılara ve ilgili makamlara Nurcu diye şikayet ediyorlardı. Gazeteler, Nurcu diye Müslümanlık için çalışanları resmi makamlara jurnal ediyorlardı. Son yıllara kadar “nurcu” tabiri Müslümanları suçlamak ve ilgili makamlara jurnal etmek için bol bol kullanılmıştır. Nurcu diye bir kısın insanlar vazifeye alınmamış, bir kısım insanlarda vazifelerinden uzaklaştırılmıştır. Bu yapılırken de o karanlık devrin kanunsuz davranışlarına başvurulmuştur.
Bediüzzaman Said-i Nursî, “Nurcu” tabirini beğenmiş, bazı yazılarında bu kelimeyi kullanmıştır. Çünkü nur aydınlıktı, dindi, Kur’andı. Nurda sevgi, saygı, şefkat, selamet, vefa, hakiki insanlık ve güzel ahlak vardı.
Teksir Makinesi
Risâle-i Nur elle yazılıyor, yine el yazısı ile çoğaltılıyordu. Bu ise hem zaman alıyor, hem elle iyi yazı yazanların olmasını gerektiriyordu. Risâle-i Nur talebeleri bir risâle-i yazmak ve çoğaltmak için günlerce, haftalarca, hatta aylarca çalışıyorladı. Bu ise çok zaman alıyordu.
Türkiye’ye yazı çoğaltan makinelerin geldiği öğrenilince, Risâle-i Nur talebeleri bu makinelerden üç tane aldılar. Birini İnebolu’ya, birini Isparta’ya, üçüncüsünü de Denizli’ye verdiler.
Bu makine ile karbon kağıda yazılmış bir sayfa istenildiği kadar çoğaltılıyordu. Teksir makinesi denilen bu makine ile Risâle-i Nur eserleri çoğaltılıyor, her tarafa daha az bir zamanda ulaştırılıyordu. Teksir makinesi haberini Bediüzzaman Said-i Nursî aldığı zaman çok sevinmiş, kendisine yapılan zulümleri unutmuştu. Bediüzzaman Said-i Nursî, teksir makinesi haberinin aldığı zaman yazdığı mektupta şöyle der:
“Aziz Sıddık kardeşlerim, evvela Husrevle beraber bir ruh iki cesed ve kendisi ve bahadır biraderiyle nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan Kahraman rüştünün acib bir el makinesini nurlar için celbine çalışması ehemmiyetli bir Futühat-i Nuriyenin mukaddemesidir. İnşallah Nurcuların layık elleriyle kalemleri gibi tab ve neşredilecek. Yabani ve layık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat her şeyden evvel sıhhatli ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile mümkünse evvel eski harfler yazılsa, sonra yeni harfler daha münasiptir. Sizin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.”
Dini Kitap Basmak Yasaktı
“Risâle-i Nur” eserlerini “teksir makineleri” ile çoğaltılması çok büyük kolaylıklar sağladı. Risâle-i Nur eserleri bu yolla daha çok insana ulaştırıldı. Kur-an harflerinin yasaklanması ile yeni yetişen nesil bu harflerle okuyup yazmayı bilmediği için eserleri yeni harflerle de çoğaltmak ihtiyacı duyuldu. Yeni harflerle de yazılıp teksir makinesinde çoğaltılmaya başlandı. Risâle-i Nur eserleri matbaalarda basılamıyordu. Hiçbir matbaacı, matbaası kapatılır endişesi ile Risâle-i Nur kitaplarını basmıyorlardı. Hükümetin müsaadesi olmadan dini kitap basmak yasaktı. Hükümet hiçbir dini kitabın basılmasına da izin vermiyordu. İçerisinde dini motifler bulunan tarihi eserlerin bile, gazetelerde yayınlanması tefrika edilmesi de yasaktı. Yeni yetişen gençlerde dini duygular uyandırır diye hiçbir dini faaliyete ne sözlü ne yazılı müsaade ediliyordu. Fakat din aleyhtarı her faaliyet teşvik ediliyor, yardım ve destek görüyordu. Okul müsamerelerinde, halk evlerinin faaliyetlerinde milli bayramlarda, bol bol din aleyhtarı gösteriler yapılıyor, bir kısım öğretmenler sınıflarda dini ve dindarları kötüleyebiliyorlardı. O devir karanlık bir devirdi.
Tahsildar Kamçısı ve Jandarma Dipçiği
O karanlık devirde zulüm gören sadece Risâle-i Nur mensupları değildi. Halk çeşitli zulümler altında inliyordu. Halk fakirlik ve yoksulluk içerisinde inlerken idareyi ellerinde tutanlar, balodan baloya koşuyorlardı. Her gece içki alemleri tertip ediliyor, ayakta duramayacak hale gelen devlet büyükleri sabaha karşı evlerine sedye ile götürülüyordu. Köylü, “milletin efendisi” denilmişti, ama köylünün sırtından tahsildar kamçısı ile, jandarma dipçiği hiç inmiyordu. Gerçekten o devir karanlık bir devirdi. Risâle-i Nur hareketi o karanlık devri aydınlatmak istediği için akranlığı sevenler tarafından en büyük düşmanlardan biri olarak kabul ediliyordu…
Yeni Tertipler
21 Temmuz 1946 da seçim yapılmış, çok partili hayata geçilmişti. Halk partisi hile ile seçimi kazanmıştı. İsmet İnönü ise, yine Cumhurbaşkanı idi. Muhalefete mensup 66 milletvekilinin meclise girmesini hazmedememişlerdi. Bunların meclise girmesini kendi zulümlerinden değil, Müslümanların aleyhlerindeki çalışmalarından biliyorlardı.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1947 yılında Afyon’a gelmiş, bu vilayete yakında karışıklıklar olacak demişti. Dahiliye Vekili Afyon’a durmadan gizli direktifler gönderiyor, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin halledilmesini istiyordu. Bunun için Emir Dağı’nda Bediüzzaman Said-i Nursî’ye üç defa suikast yapılmış, kendisini zehirleme teşebbüslerinde bulunulmuştur.verdikleri zehirler Allah’ın yardımı ile Bediüzzaman Said-i Nursî’yi öldürememiştir.
Başında bulunan sarık sebebi ile yeniden sık sık karakollara çağırılmış, uzun uzun sorgulaması yapılmıştır. O’nun sabrı ve sükuneti karşısında bir şey yapamamışlar, bir hadise çıkaramamışlardır.
Afyon valisi telefonla; Said-i Nursî’nin kapısını kırın çarşıda teşhir suretinde başına şarka koyun öylece hükümete getirin emri vermiştir. Emri derhal yerine getirilemeyince, emniyet müdürü ile geve Emir Dağı’na gelmiştir. Bediüzzaman Said-i Nursî’nin kapısını gece yarısında kırıp aniden baskın ile içeri girmeyi istemişse de, Ayyaş olduğu halde Bediüzzaman Said-i Nursî’ye hürmeti olan savcı buna müsaade etmemiş, gece baskınının kanunsuz olduğunu söylemiştir. Sabah olunca dışarıdan ve içeriden kilitli olan Bediüzzaman Said-i Nursî’nin kapısı kırılmak suretiyle baskın yapılmış, yapılan aramada Kur’an-ı Kerim ve dua kitapalrından başka bir şey bulamamışlar, buna rağmen Bediüzzaman Said-i Nursî, hasta olduğu halde kaymakamlığa götürülmüş, kasd-ı mahsusla dört saat ayakta ifadesi alınmıştır. Bediüzzaman Said-i Nursî yapılan zulümleri ve alçakça tecavüzleri sabırla ve metanetle karşılamış, onların daha azgın hareket etmelerine meydan vermemiştir.
Kimden Kime Şikayet
Bediüzzaman Said-i Nursî’nin bu zulümler karşısında çeşitli makamlara dilekçe verdiğini görüyoruz. Bu dilekçelerden paragraflar sunmadan önce, “kendi kendime hasbihal” adlı yazısından bir iki parçayı sunuyoruz: “Hakim kendisi müddei(savcı) olsa, elbette “kimden kime şekva edeyim ben dahi şaştım” benim gibi dedirtir.”
“Evet şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferid (hücre hapsi) kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zafiyetimle kışın şiddeti içinde her şeyden men edildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimseyle görüşemiyorum…
“Yirmi senelik bütün eserlerimi ve mektuplarımı üç adliye ve merkez-i hükümet dokuz ay tetkikten sonra beratımıza ve tahliyemize karar verildi. Fakat ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beratımızı bozmak için her tarafta habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar.
Maksadları: Benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi sükutumdur. Dünyaya karışmamaklığımdır. Adeta “ Ne için karışmıyor? Karışsın da maksadımız yerine gelsin.” Diyorlar.
Din düşmanları Bediüzzaman Said-i Nursî’yi konuşturacaklar, halka ne duruyoruz? Dedirtecekler. İsyan ediyorlar, karşı geliyorlar diye de yeni Şeyh Said,Menemen hadiseleri meydana getirecekler ve Müslümanları yok edecekler. Bediüzzaman Said-i Nursi, İrfanı, teennisi, sabrı ve metaneti ile düşmanlarına bu imkanı vermemiştir.
Bugün de gizli zındık komiteleri gerekli gördükleri zaman aynı yollara başvurabilirler. Müslümanlar uyanık olmalı, basiret sahibi Müslüman büyüklerin sözüne uymalı, Müslümanlara zarar verecek, düşmanların işine yarayacak macera ve heveslerden sakınmalıdır.
Elli Sene Sonrasını Düşünmek
Bediüzzaman Said-i Nursî, Adalet Bakanına gönderdiği dilekçede şöyle der:
“Efendiler! Siz ne için sebepsiz yere bizimle ve Risale-i Nurla uğraşıyorsunuz?.. Katiyen size haber veriyorum ki, Ben ve Risale-i Nur sizinle değil mubareze belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri elli sene sonra gelen nesl-i âtiyi gayet büyük bir vartadan (uçurum) ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farzı muhal olarak o saadet ve selamet hizmeti bir mubareze(kavga) olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alakadar etmemek gerekir.”
Bugün 20 Eylül 1997. Bediüzzaman Said-i Nursî’nin adalet bakanına gönderdiği dilekçenin üzerinden elli yıl geçmiştir. O zaman Risale-i Nur’u söndürmek isteyenlerin, Bediüzzaman’a eziyet verenlerin bir iki kişi hariç isimleri unutuldu, anılmıyorlar bile.. Bedenleri de toprak olmuştur. Ama bu dilekçenin yazılmasından elli yıl sonra onbinlerce, belki de yüzbinlerce genç, Risale-i Nur ile imanın ve ibadetin hazzını duyuyorlar, bu eserleri yazan Bediüzzaman Said-i Nursî’nin ruhuna sevgi ile saygı ile ve bağlılıkla Fatihalar gönderiyorlar. Bediüzzaman Said-i Nursî için en büyük bahtiyarlık, muarızları içinde ne feci bir bedbahtlıktır.
Merhum Bediüzzaman Said-i Nursî adalet bakanına verdiği dilekçeye devamlı şöyle diyor:
“Evet hürriyetçilerin (İttihat ve Terakkicilerin) ahlâk-ı ictimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece laubalilik göstermeleriyle; yirmi otuz sene sonra dince, ahlakça, namusca şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyetten elli yıl sonra bu dindar, namuskar kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi (gelecek nesli), seciye-i diniye ve ahlakı ictimaiye cihetinde (yönünde) ne şekle girecek? Elbette anlıyorsunuz…
“Bin seneden beri bu fedakar millet bütün ruhucanı ile Kur’an’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlıklar gösterdiği halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar edecek belki mahvecedecek bir kısım nesli âtinin eline elbette Risâle-i Nur gibi bir hakikati verip o dehşetli sükûttan (düşüşten) kurtarmak en büyül bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.”
Bediüzzaman Said-i Nursî’ye karşı çıkan ve ona olmadık eziyet eden insanların yolundan gidenlerin içerisinde bulunduğu durumu görünce, elli yıl önce bu duruma işaret eden O merhuma bir kere daha rahmet okuyoruz. O’nu minneti rahmet ve saygı ile anıyoruz. Elli sene önce dine ve imana düşmanlık yapanların yolunda gidenlere bugün baktığımız zaman bu insanlarda din, iman görmediğimiz gibi, edeb, ahlak ve fazilette göremiyoruz. Bunların vatana bağlılıkları yok. Hakka hukuka saygıları yok. Asker ve polis öldürenler bunlardır. İçki, kumar, fuhuş, zina ve envai çeşit kötülüklere müptela olanlar bunlardır. Demek ki iman gidince çok şey de gidiyor…
İnönüye Dilekçe
Bediüzzaman Said-i Nursî Emirdağı’ndan kendisine türlü eza ve cefa yapanların başında bulunan o zamanki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye de bir dilekçe yazar, içerisinde bulunduğu durumu anlatır. Son derece önemli olan bu dilekçenin bazı bölümlerini sunuyoruz:
“….. Cumhuriyet hükümeti ya beni tam himaye edip garazkar evhamlı düşmanlarımı sustursun… Veyahut bana düşmanlarım gibi hürriyet-i kelam(konuşma hürriyeti) verip müdafaatıma yasak demesidir.”
“Çünkü resmen perde altında her muhabereden(haberleşmeden) men’im için postanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren bir tek çocuktan başka kimseyle beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım fırsat bulup, tam mahkemeyi temyizin beratımızı tasdik ederek mahkemedeki ehl-i vukufun Tahsin ettikleri kitaplarımı almayı beklerken; o düşmanlarım hiç münasebetim olmayan bir iki mahrem risâlemi verdirip sonra meslekçe benim aleyhimdeki bir iki ehl-i vukufun eline geçirip aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve tahammülüm kalmadı.”
“Ben bütün hükümet-i cumhuriyetin erkanlarına belki dünyaya ilan ediyorum ki, Kur’an’ı Hakim’in sırr-ı hakkiyatıyla ve icazının tılsımıyla, benim ve Risâle-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz: Ölümün idam-ı ebedisinden iman-ı tahkiki ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.”
Milletin huzurunu sağlamak, birlik ve beraberliğini devam ettirmek, anarşiyi önlemek, insanları ancak imanlı ve ahlaklı yetiştirmekle mümkündür. İnsanları ahlaklı ve imanlı yetiştirmek sadece onların dünya huzurunu sağlamaz, aynı zamanda ahret hayatlarını da mesut ve bahtiyar eder.
Bediüzzaman ve talebeleri bütün zorluklara rağmen insanların dünya ve ahirette huzurlu ve mesut olmaları için çalışırlarken, milletin huzurunu sağlamakla mükellef olan, idari mevkilerde bulunan insanların onların çalışmalarına engel olmaları ne kadar haktan, hakikatten ve doğru düşünceden uzak olduklarını gösterir. Bediüzzaman Said-i Nursî’nin buyurduğu gibi; “Bu mübarek milleti her nevi anarşiden korumak için onları gerçek iman sahibi yapmak şarttır.”
Gerçek imana sahip olmayanlar kendi kendilerine çok şeyler icat ederler, hakikatmiş gibi kendi icatlarının peşine düşerler ve onu gerçek sayarlar. Bu gibi insanların içerisine düştükleri yanlışlıklardan biri de her şeyi tek kişiden bilmeleri ve kişinin yaptığına inanmalarıdır. Bediüzzaman Said-i Nursî Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderdiği dilekçesinde bu konuda düşüncelerini şöyle açıklar:
“Ben de beş yüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini hilaf-i hakikat olarak M. Kemal’e veremediğim için garazkar dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib ediyorlar.”
“Evet, mahkemede de isbat ettiğim gibi; Şerefler, müsbet hayırlar, maddi manevi ganimetler orduya, cemaate verilir, tevzi edilir. Kusurlar, menfi icraatler, başa reise verilir diye bir kaide-i hakikatle; kahraman ordunun ve bilfiil asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri M. Kemal’e verilemez… Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir… diye beni onu sevmemekle itham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle itham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şerefini kırmakla itham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.”
“Bu hakikati mahkemede ispat ettiğim gibi; Onun muannıd dostlarına isabet etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkar muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet belki adavet(düşmanlık) ediyorlar.”
“Evet, çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden Mustafa Kemal’e itirazımdır. Ve ona dost olmadığımdır. Başka sebepler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim:
…… Cemaatin hayrının ve ordunun zaferini başa vermek… Ve o başın kusurunu cemaate isnad etmek ise, binler hayırları bir tek hayra indirmek ve bir tek kusuru binler kusur yapmaktır.
Çünkü; nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, her bir neferi bir gazilik rütbesini alır… Ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur.
O binbaşının hatasıyla zalimane bir katl yapılsa, ve ona verilmeyip tabura verilse; o bir tek katl, bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.
Aynen öylede; meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar, onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beş yüz, belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle; o kusurlar binler derece ve erkanları adedince ziyadeleşir. O ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahçup ve mesul eder.
Ve mevcut şerefler, zaferler tek adama verilse; binler derece küçülür. Erkan ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner. Daha kusurlara karşı kefaret-üz zünüp olmaz.
İşte bu sebepler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde ehemmiyetli bir zamanda; içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefine muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.”
Bediüzzaman Said-i Nursî, ayrıca Emniyet Genel Müdürlüğüne, Afyon Emniyet Müdürlüğüne, Emirdağ Zabıtasına da dilekçeler verdi. Dilekçelerinde içerisinde bulunduğu durumu arz etmekle beraber, aslında bu yolla tebliğ yapar. Dilekçelerinde de, eserlerinde hakim olan düşünceleri muhataplarına sunar, yanlışlıkları anlatır, doğruları bildirir.
Dilekçeler gönderildikleri makamlarda etkili olamadı. Dilekçelere cevaplar da gelmedi. Ancak Risale-i Nurlara yeni talebe olmuş olanların üzerinde baskılar görülmeye başladı. Bu baskılar gün geçtikçe daha da arttı.
Afyon Hapsine Doğru
Isparta, Kastamonu, İnebolu, Konya, Safranbolu, Aydın ve Emirdağı gibi birçok şehir ve kasabalarda Nurcuların evlerine baskınlar düzenlendi. Evde bulunanlar yakalanıp götürüldü. Emirdağında Bediüzzaman Said-i Nursî onbeş talebesi ile birlikte 1947 yılının son ayında evlerinden alındı. Afyon’a götürüldü. Sorgulamalarının sonucu tutuklanarak hapishaneye konuldu. Diğer il ve ilçelerde de evlerinden alınanlar Afyon’a getirildi.
Sonuç aynı: gizli cemiyet kurmak hükümet aleyhinde çalışmak, Mustafa Kemal’i kötülemek vesaire. Suç aletleri de daha önce bilirkişilerce “ilmi ve imanî eserler” diye rapor verilen Risale-i Nur eserleridir. Bunlar mahkemelerce suç aleti olarak daha önce kabul edilmemiş ve bu kabul edilmeyişi de temyiz mahkemesi tasdik etmişti. Ama yine suç aleti olarak kullanılıyordu…
Öldürmek İçin Kurulan Tuzaklar
Tarih, 17.1.1948, Bediüzzamaz Said-i Nursî ve onbeş talebesi Emirdağı’ndaki evlerinden ve iş yerlerinden alındı, elleri arkalarından kelepçelendiler ve sıkı koruma altında Afyon’a getirildiler.
Afyon’da bir hafta süren sorgulamadan sonra 23.1.1948 tarihinde, tevkif edilerek hapishaneye konuldular.diğer il ve ilçelerden getirilerek tevkif edilenlerle beraber sayıları kırkı bulmuştu. Tevkif edilenler arasında Ali Rıza Eren ile vâiz Ali Osman Şentürk de vardı.
Bediüzzaman Said-i Nursî, Afyon hapishanesinde, 50-60 kişilik bir koğuşa tek başına kondu. Sıkı bir kontrol altına alındı, hiç kimse ile görüştürülmedi. Bediüzzaman Said-i Nursî o zaman yetmiş yaşını geçmişti. Bünyesi zayıf, kendisi hasta idi. Tek başına bulunduğu koskoca koğuşta soba yoktu. Mevsim kıştı, zemherinin en soğuk günleri idi. Afyon’un ünlü, çok soğuk, yakıcı ve dondurucu ayazının hüküm sürdüğü kış günleri idi. İlk iki gün iki gece ateşsiz, sobasız ve mangalsız geçirdi. Diğer günlerde yakılan sobada yasak savma kabilinden yakılan bir soba idi. Koğuşun ısınmasının bir tesiri yoktu. İdarenin maksadı hasta, ihtiyar, bünyesi son derece zayıflamış olan Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerini soğukla öldürmekti. Allah’ın öldürmediğini kim öldürebilir? Bediüzzaman Said-i Nursî, Allah’a sığındı, sabretti, kış günleri gitti, yaz günleri geldi.
Pencereler Mıhlanıyor
Bediüzzaman Said-i Nursî’nin koğuşunun pencereleri hapishane avlusuna bakıyordu. Bediüzzaman Said-i Nursî avluya hava almaya çıkarılmazdı. Ama koğuşunun pencerelerini açtığı zaman diğer mahpuslar bile pencerenin altına yığılırlar, O’nu görmek ve birkaç kelime de olsa ondan nasihat dinlemek isterlerdi…
İdare, bu sefer de pencereleri kapattı, üzerlerini mıhladı, hapishane avlusuna çıkanları görmek şöyle dursun, hiçbir şeyi göremez bir hale geldi. Amaçları işkence ve zulüm yapmak suretiyle bir hadise çıkarmasını sağlamaktı…
Tabii hapishanede de zalim komitelerin hükmü geçiyordu. Bu komite Bediüzzaman Said-i Nursî’nin talebe ve dostları ile görüşüp mahkemeler ve sair hususlarda onlara yol göstermesini, tedbir almalarını önlemek istiyordu.
Bediüzzaman Said-i Nursî’nin talebeleri ve diğer mahpuslarla görüşüp onları irşad etmesine ve yeni Nur risâleleri yazdırmasına engel olmak istiyordu.
Zalim komite, Bediüzzaman Said-i Nursî’ye müdafaa işlerinde talebelerinin yardımcı olmasını istemiyor, O’nun müdafaasız kalmasını arzu ediyordu…
Şükretmekle Mükellefiz
Hapishane idaresinin ve onun arkasındaki halk partililerin bütün tedbirlerine rağmen Rislae-i Nur talebeleri üstadları ile görüşme imkanına sahip oluyorlardı. Bediüzzaman Said-i Nursî’nin koğuşunun berberhane yakınında bulunması sebebiyle tıraş bahane edilerek, oradan gizlice üstadlarının koğuşuna geçiyorlar ve görüşüyorlardı. Bediüzzaman Said-i Nursî bu buluşmalarla hem talebeleri ile gizlice mektuplaşıyor, hem de diğer mahkumlara nasihat ediyordu. Talebelerine gizlice gönderdiği mektuplardan birinde şöyle diyordu:
“Siz dahi müteessir olmayınız. Gizli düşmanlarımız memurların nazarı dikkatini şahsıma çevirmesinden, Nurların ve talebelerin selamet ve maslahatları noktasında bir inayet ve bir hayır vardır diye kanaatim var. Bazı kardeşlerimiz hiddet edip dokunaklı konuşmasınlar. Hem ihtiyatlı hareket etsinler, telaş etmesinler. Hem herkese bu meseleden bahis açmasınlar. Çünkü safdil kardeşlerimiz ihtiyata daha alışmayan yeni kardeşlerimizin sözlerinden mana çıkaran casuslar bulunur. Habbeyi kubbe yapar, ihbar edebilir.
Şimdi vaziyetimiz şaka kaldırmıyor. Bununla beraber hiç endişe etmeyiniz. Biz inâyet-i ilâhiye altındayız… Ve bütün meşakkatlere karşı kemal-i sabır ile, belki şükür ile mukabeleye azmetmişiz. Bir dirhem zahmet bir batman rahme ve sevabı netice verdiğinden şükretmeye mükellefiz.”
Falaka ve Dayak
Risale-i Nur talebelerinin Afyon hapsinde tıraş bahanesi ile gizlice üstatları ile görüşmeleri tespit edildiği zaman cezai gerektiren bir suç olarak kabul ediliyordu. Suçlular dayağa ve falakaya tabi tutuluyordu. Halbuki o zaman okul sınıflarında, bayram merasimlerinde geçmiş devri ve din adamlarını ve dindarları kötülemek için kötülük vasıtası olarak falakayı gösteriyorlardı. Halk partisi idaresinde zulmün ve işkencenin her çeşidi vardı, bunun yanında riyakarlığın ve yalanın her çeşidi de kullanılıyordu. Bu yalana ve riyakarlığa karşı çıkmak şöyle dursun, söz ile şikayette bulunmak bile mümkün değildi. Çünkü idareye kanunsuzluk ve diktatörlük hakimdi.
Üstadı Bediüzzaman Said-i Nursî ile gizlice görüşürken yakalanan Zübeyr Gündüzalp şöyle anlatıyor:
“Üstadımızla görüştüğümüzde beni falakaya yatırmak için yakalayan iki gardiyana ilkin teslim olmadan bir müddet mücadele ettim. Fakat başıma dört beş kişi üşüşünce beni yıkıp ayaklarıma sopa ile vurmaya başladılar. Onlar vurdukça ben “Vurun vurun!… Zalimler için yaşasın cehennem!” diye bağırdım.”
Mustafa Sungur da karşılaştığı zulüm sahnesini şöyle anlatıyor:
“Bir defa bir fırsatta üstadımızın koğuşuna girdim. Odasını, etrafını süpürüp temizledim. Yanında biraz oturdum. Üstatlarımızda yanındaki bisküvileri mübarek elleriyle cebime dolduruverdi. Çok iltifat etti. Meğer gardiyanla breni görmüş gözetliyorlarmış. Üstadın odasından çıkınca beni yakaladılar ve falakaya yatırdılar. Çok vurdular. Ben ayaklarımın ağrısından çok
O vahşice zulmün şeklinden çok müessir olarak hapishanenin, üstadın koğuşuna bakan kısmın üst katına çıktım. –Teessürümden orada gezine gezine ağlıyor ve üstadın cebime doldurduğu bisküvileri yiyordum.”