Hapishanede Namaz
Evet, bir genç hapiste 24 saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namaza sarfetse ve ekser günahlardan hapis mani olduğu gibi o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tövbe edip sair zararlı elemli günahlardan çekinse: hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük faydası olması gibi, o onbeş senelik fani gençlikle ebedi parlak baki bir geçliği kazanacağını başta Kur’an-ı Muciz-ül Beyan bütün kütüb ve suhufu semaviye (Semavi kitaplar ve sahifeler) haber verip müjde ediyor.
Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle taatle (doğruluk ve itaatle) şükretse hem ziyadeleşir, hem safileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belalı olur… hem elemli gamlı kabuslu olur, gider. Hem akrabasına hem vatanına, hem milletine muzir bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.
Eğer mahpus zulmen mahkum olmuş ise, farz namazını kılmak şartı ile her bir saati bir gün ibadet hükmünde olduğu gibi o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup eski zamanda mağaralara giderek ibadet eden münzevi Salihlerden sayılabilirler.
Eğer fakir veya ihtiyar veya hasta ve iman hakikatine müştak ise; farz namazını kılmak ve tövbe etmek şartıyla her bir saatleri dahi yirmişer saat ibadet olup hapis ona bir istirahathane olup merhametkârane ona bakan dostları için bir muhabbethane bir terbiyehane bir dershane hükmüne geçer.
O hapiste durmakla haricindeki müşevveş (düzensiz) her tarafta günahların hücumuna maruz serbesttiyetten daha ziyade hoşlanabilir, hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman bir katil bir müntakim (intikam alıcı olarak) değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete faydalı bir adam çıkar.
Hatta denizli hapsindeki zatların az bir zamanda Nurlardan fevkalade hüsn-ü ahlak dersini alanları gören bazı alakadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa on beş sen Risâle-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”
Madem ölüm ölmüyor ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir.. ve maden-m kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasından gelenler oraya gidip kayboluyor..
Ve madem bu hayat-ı dünyeviye gayet süratle gidiyor. Ve madem ölüm ehl-i iman hakkında idamı ebediden terhis tezkeresine çevrildiğini hakikat-ı Kur’aniye ve Risale-i Nur güneş gibi göstermiş… ve ehl-i delalet ve sefahet hakkında göz ile göründüğü gibi bir idam-ı ebedidir, bütün mahbubatından ve mevcudatından(sevdiklerinden ve sahip olduğu şeylerden) bir firak-ı lâ-yezâlidir (sonsuz bir ayrılıktır). Elbette ve elbette hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki; sabır içinde şükredip, hapis müddetinden tam istifade ederek, Nurlar dersini alarak istikamet dairesinde imana ve Kur’an’a hizmete çalışır.
Lezzete Müptela İnsan
Ey zevk ve lezzete müptela insan! Ben yetmiş beş yaşında binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadislerle aynen yakın bildim ki;
Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır, ve iman dairesinde bulunur.
Yoksa dünyevi bir lezzete çok elemler var. Bir üzüm tanesi yedirir, on tokat vurur, hayatın lezzetini kaçırır.
Ahretiniz Ağlamasın!
Ev hapsi musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve tatlı hayatınız acılaştı… çalışınız, ahretiniz dahi ağlamasın ve hayatı bakiyeniz gülsün tatlılaşsın.
Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazı ağır düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir öyle de sizin ağır şeriat altında her bir saat ibadet zahmeti çok saatler olup o zahmetleri Rahmetlere çevirir.”
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin bu yazıları mahkumlar arasında topluca okunuyor, can kulağı ile dinleniyor, tövbe ve istiğfarla sona eriyordu. Mahkumların bu halini gören gardiyan ve idareciler önce şaşırıyorlar, sonra içten içe seviniyorlardı. İçten içe seviniyorlardı, ama sevinçlerini açığa vuramıyorlardı. Çünkü savcı ve birkaç yandaşı bu sevinçlerin kaynağına şiddetle karşı idi. Sevinçlerini açığa vururlarsa, belki işlerinden olurlardı…
Çare barıştır
Bediüzzaman Said-i Nursî, hapishane mahkumlarına hitaben yazdığı bir nasihatinde de şöyle der:
“Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim!
Size, hem dünya azabından hem ahiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek kalbime ihtar edildi, o da şudur:
Mesela: Birisi birisinin kardeşini veya akrabasını öldürmüş. Bir dakika o hiddet yüzünden milyonlar dakika hem kalbi sıkıntı, hem hapis azabını çeker… ve maktülün akrabası dahi intikam endişesi ile ve karşısında düşmanını düşünmesiyle hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor.
Bunun tek bir çaresi var. O da; Kur’an’ın emrettiği hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslamiyet’in iktiza ve teşvik ettikleri olan “barışmak ve musallaha etmektir.”
Evet, hakikat ve maslahat sulhtur: çünkü ecel birdir. Değişmez. O maktul her halde ecel geldiğinde, daha dünyada kalamayacaktı. O katil ise, o kaza-i ilahiyeye vasıta olmuş. Eğer barışma olmazsa iki tarafta daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki: “Üç günden fazla bir müminin diğer bir mümine küsmemesini” İslamiyet emrediyor.
Eğer o katl (öldürme) bir adavetten (düşmanlıktan) ve bir kinli garazdan gelmiş ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’i musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tövbe etse, ve maktüle (öldürülene) her vakit dua etse, o halde her iki tarafta çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i ilahiyeye teslim olup düşmanını affeder… ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mabeynlerinde(aralarında) bütün küsmeleri bırakmaya hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye iktiza ediyor.
Nasıl ki, Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar Nurların dersiyle birbirine kardeş oldular ve bizim beratimize bir sebep olup hatta dinsizlere serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşallah, Barekallah” dedirttiler. O mahkumlar tam teneffüs ettiler.
Ben burada gördüm ki; bir tek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert, vicdanlı bir mümin küçük ve cüz’i bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse verse çabuk tövbe etmek lazımdır.”
Bugün hapishaneleri dolduran insanlara içerideki dinsiz anarşist ve bölücüler tarafından dinsizlik, terör ve bölücülük konusunda zorla eğitim verilmesi karşısında Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri tarafından zamanında mahkumlara verilen imani ve İslami nasihatlerin verilmesinin ne kadar gerekli olduğu izahtan varestedir.
Afyon hapishanesinde Bediüzzaman Said-i Nursî ve talebeleri tarafından yapılan irşad faaliyetlerini Diyanet İşleri Başkanlığı’nda hattat olarak çalışan Ayfon Hapishanesi Medrese-i Yusufiye mezunu merhum arkadaşımız Mustafa Acet’in hatırası ile noktalayalım. Merhum arkadaşımız Mustafa Acet diyor ki:
“Afyon hapsine üstatla birlikte girdiğimiz zaman yirmi üç yaşında idim. 1947 de askerden yeni gelmiştim. Ceylan Çalışkan benim akrabamdı. İlk defa üstat Bediüzzaman’a beni o götürdü. Heyecanla bu görüşme gününü beklemiştim. Daha önce üstadın kıymetli eserlerini biraz okumaya başlamıştım.
Afyon hapsine benim girişim bir isim benzerliği neticesidir. Terzi Mustafa gidecekti, benim de adım Mustafa olduğu için. Bu piyango bize isabet etti. Kader-i ilahinin bir rahmeti oldu. Hapishanede Kur’an harflerini öğrendim. Yazı yazmaya başladım. Hapishanede Kur’an okumayı ilerlettim. Afyon hapishanesi gerçekten benim için bir Yusufiye Medresesi oldu. Afyon hapishanesinden çıktıktan sonra 10 yıl Emirdağı’nda imamlık yaptım.14 yıldır da Diyanet İşleri’nde hattat olarak görev yapıyorum. İşte bunlar, üstatla beraber olmanın ona gönül vermenin sadece dünyada görülen küçük bir meyvesidir.”
Mahkemelerin işkenceleri de geçer
Afyon ağır ceza mahkemesi ağır çalışıyor, sudan bahanelerle duruşmaları ileri bir tarihe bırakıyordu. Durmadan tekrarlanan bu manevralardan Risale-i Nur talebeleri son derece rahatsız olmuşlardı.
Bediüzzaman Said-i Nursî, mahkemenin yanlı tutumu ve ağır işlemesi karşısında talebelerini teselli etmek ve sabırlı olmalarını istemek mecburiyetinde kaldı. O talebelerine şöyle diyordu:
“Risale-i Nur’un meselesi alem-i İslam’da, hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunmamasından böyle heycanlı toplanmalar ile umumun nazarı dikkatini hakikatlerine celb etmek lazımdır ki; ümidimizin ve ihtiyatımızın ve gizlememizin ve muarızlarının küçültmelerinin fevkinde ve ihtiyarımızın haricinde böyle şaşaâ ile, Risale-i Nur kendi derslerinden dost ve düşmana aşikâre veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat budur, biz küçücük sıkıntılarımızı kendisine dayanak yaparak daha önce belirtmiş olduğumuz cezaları kinin gibi bir acı ilaç bilip, sabır ve şükür etmeliyiz. “Yâhû bu da geçer…! Demeliyiz.”
Kürtlük kanı kaynıyormuş
Afyon ağır ceza mahkemesi, yapılan müdafaaları gösterilen ilmî ve mantıkî delilleri hiç nazarı itibare almadan iftira ve ithamları kendisine dayanarak yaparak daha önce belirtmiş olduğumuz cezaları verir. Bediüzzaman Said-i Nursî hakkında verdiği ceza kararında şöyle der:
“Bunlardan Said-i Nursî’nin damarlarında Kürtlük kanı kaynayan ve kafasında hala Kürtlük fikir ve akideleri yaşayan bu sanığın yirmi seneden beri Eskişehir mahkemesinde mahkum olduktan sonra dahi, gittikçe artan bir cehd ile çalışarak bilhassa Atatürk’ün kalplerde yerleşen sevgisini sarsmak için en ağır tecavüzünü yapmış… ve onun cumhuriyeti emanet ettiği türk gençliğini dahi zehirlemeye çalışmış olması… takdiri şiddet sebebi sayılmak suretiyle iki sene ağır hapse konulmasına, altmış beş yaşını bitirmiş bulunması sebebiyle cezasının altıda bire indirilerek bir sene sekiz aya mahkum olmasına…”
Bediüzzaman Said Nuri Hazretleri damarlarında Kürt kanı kaynadığını ve Atatürk sevgisini sarsmaya çalıştığı gerekçesiyle mahkum ediliyor.
Bediüzzaman Said-i Nursî’nin damarlarında Kürt kanının kaynamasının ve kalplere yerleşen Atatürk sevgisini sarsmasının delili ve alameti de mahkeme kararına göre, Atatürk’ün Ayasofya’yı puthaneye çevirmesini ve meşihatın (Şeyhul İslamlık binasının) kızlara oyun ve dans yeri yapmasını söylemesiymiş…
Ayasofya Fatih Sultan Mehmet Han tarafından camiiye çevrilmiş, Fatih’in vakfiyesi olarak dünya durdukça cami olarak kalacağı vakıf ve vasiyet edilmiş, Fethin sembolu olan bir camiidir.
1934 yılında camilikten çıkarılmış, Allah- Muhammed(sav) ve dört halifesinin isimleri bulunan levhalar kaldırılmış, halıları, kilimleri yok edilmiş, buna karşılık, Fatih zamanında sıva ile üzeri örtülen hıristiyanlık resimleri açığa çıkaılmış, ayrıca hıristiyanlığa ait heykeller konulmuştur.
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri Ayasofya’nn puthaneye çevrildiğini yazmışsa da yalan mı yazmıştır. Doğruyu yazmıştır.
Asırlar boyunca İmparatorluğun dini bir makamı olarak kullanılan Meşihatın yani Şeyhul İslamlık binasının kızlara lise yapılmasını yazmışsa yalan mı yazmıştır? Doğruyu yazmıştır.
Ayasofya’nın puthane yapıldığını yazması, meşihatın kızlara lise olarak kullanılmasını belirtmesinin damarlarında Kürt kanının kaynatması ile ne ilgisi olabilir? Mahkemenin kürtlük kanı diye bir kanın olduğunu söylemesi hem ilim, hem mantık dışıdır.
Tıp ilmi, her milletten, her ırktan, bütün insanlarda çeşitleri belirtilen aynı kanların olduğunu tesbit etmiştir. Irklara göre kanların farklı olduğunu belirten ilmi bir ölçü şimdiye kadar bulunmamıştır.
Ömrünü İslam’a hizmete adamış bir büyük müslüman aliminin ırkçılığına dair hiçbir çalışması şöyle dursun kullandığı bir kelie veya bir harfi bile yoktur.
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin ırkçılığı reddeden, ırkçıları susturan ve perişan eden müslümanlar için imanın ve din kardeşliğinin esas olduğunu belirten yüzlerce cümlesi, yazısı, davranışı ve çalışması vardır.
Asıl bölücü olan asırlarsa müslüman olarak kardeşçe yaşayan, birlik halinde olan insanları damarlarındaki kanı ileri sürerek ayrım yapanlar, müslümanlık öncesi cahilliye zihniyetine sahip olanlardır.
Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nin kürtlük kanı ithamına karşı Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri daha sonraları şöyle der:
“Şimdi bu Afyon’un pek katı bir garezle bu zalimane muamelesinin gayet katı bir hücceti ve delili budur ki: Mahkumiyetime dair neşrettikleri kararnameleridir ki, mahkeme-i temyiz esasıyla bozmuş olduğu o kararnamede, benim mahkumiyetimin şiddetli cezasını gösterdikleri delilde, “Said de Kürtlük var… Hem ölmüş bir adama tecavüz ediyor” demeleridir.
Acaba hiçbir mahkeme dünyada böyle birşeyi medarı mesuliyet yapar mı? Yetmiş cinsten bu memleketimizde bulunan müslüman kardeşlerimize böyle unsuriyet (ırkçılık) ve cinsiyet farklarını nazara almadığı halde, Said Kürtlüğü’nü değil, bütün memleketini ve akrabasını bırakıp, ruhunu ve hayatını bu millet-i islamiyeye ve dindar Türkler’e feda ettiği halde,; ve yirmi sekiz sene işkencelerle azap gördüğüne mukabil, o Türkler ile samimi kardeşliğinde zerre kadar sarsılmayan bir adam hakkında ve dünyada hiçbir mahkemenin medarı mesuliyet yapmadığı ırkçılık, hem hakiki olmadığı için o da bütün kuvvetiyle ırkçılığı elli seneden beri bırakıp, bütün hayatı ve eserleriyle ve islamiyet milliyeti ile herşeye mukabildir demiş ve o milliyeti tutmuş.. hem “ırkçılığı bırakınız, İslamiyet milliyetine giriniz!” demiş daima ders vermiş…
Şimdi öyle bir adama Afyon Mahkemesi ceza verirken, “Onda Kürtlük damarı var” diye şiddet-i cezaya sebep göstermiş…
Böyle mahkeme elbette mahkumdur. Bizler böyle bir kanun namına kanunsuzluk edenlerden zararımızın tazminatını “Mahkeme-i Kübra’da” dava ediyoruz ve edeceğiz.
Mahkeme-i Kübra-i Haşra Bir Şevkâdır
Bediüzzaman Said-i Nursî ve talebeleri on beş gün içinde avukatlarının da yardımı ile mahkeme kararını temyiz ettiler. Savcılık ve mahkeme temyiz isteğini de oyaladılar. Evraklar ancak üç ay sonra Mart 1949 da temyize gönderilebildi.
Temyiz evrakalrı ile birlikte avukatların ve bazı talebelerinin yanında Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri de o sayfayı aşan “MAHKEME-İ KÜBRA- HAŞRE BİR ŞEVKÂDIR” başlığında ek bir müdafaa gönderdi. Biz bu müdafaasında bazı paragrafları alalım:
“Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanına hayatımı vakfettim. Ve milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata benim başım dahi feda olsun diye, bütün kuvvetimle Risâle-i Nurla Kur’an’ın hakikatina çalıştım.
Bütün zalimane taziblere ( zalimce işkencelere) karşı Tevfik-i İlahi dayanım geri çekilmedim.”
…
Mahkeme bizi cezaladırmak için ileri sürdüğü en büyük sebep benim o kumandanı sevmemekliğim ve sevdirmemekliğim ve Kur’an’ın çok ayetine karşın onun inkar ve muarazasını reddetmekliğim, fikren ve ilmen katı hüccetlerle (kesin delillerle) onun mesleğini kabul etmemekliğimdir.”
…
“Beni cezalandırmak için gösterdikleri bir sebep, benim tesettür ve irsiyet ve zikrullah ve taaddüd-ü zevcat hakkındaki Kur’an’ın gayet sarih ayetlerine medeniyetin ettiği itirazların onları suturacak tefsirimdir.”
…
“Bu ihtiar münzevi, asayişi bozar, emniyeti ihlal eder ve maksadı dünya entrikalarıdır ve muhabereleri dünya içindir. Öyle ise suçludur.” Diyenler ve onu pek ağır şeriat altında mahkum etmek isteyenler elbette yerden göğe kadar suçludurlar. Mahkeme-i Kübra da hesabını verecekler.
…
Kırk sene evvel nir makalesi ile binler adamı kendine taraftar yapan… ve mezkur üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan, dalkavukluk etmeyen… ve mahkemelerde “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve hergün biri kesilse zındıkaya ve dâlâlete teslimi silah edip vatan ve millete ve İslamiyete hıyanet etmem. Hakikat-ı Kur’an’a fena olan bu başımı zalimlere eğmem” diyen…
Ve Emirdağı’nda beş on ahiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimse ile alakadar olmayan bir adam hakkında:
İthâmnâmede, “Bu Said Emirdağı’nda gizli çalışmış, asayişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş, yirmi adamda etrafında onu methedip hususi mektuplar yazdıkları gösteriyor ki: o bir siyaset çeviriyor” diye emsalsiz bir adâvet (düşmanlık) ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlak ve mahkemede kouşturmamakla tazib edenler, ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini ehl-i adalet ve insafın vicdanlarına havale ediyorum.”
“Hiç mümkün müdür ki, böyle haddinden bin derece ziyade teveccühü ammeye mazhar ve eski zamanda bir nutuk ile binler adamı itaate getiren ve Ayasofya Camii’nde elli bin adama takdirile nutkunu dinlettiren bir adam üç sene Emirdağı’nda çalışsın, yalnız beş on adamı kandırsın!…
Ve seksen yaşında iken ahiret işini bırakıp, siyaset entrikalarıyla uğraşsın ve yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun. Hiç kabil midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.”
Şapka giymediğimi mahkumiyetine ehemmiyetli bir sebep göstermeleridir. Beni konuşturmadılar, yoks beni cezalandırmaya çalışanlara diyecektim:…………….
Benim gibi münzevi ve bütün müçtehidlerin ve umum şeyhul islamların yasak ettiği bir serpuşu (şapkayı) giymediğim bahanesiyle ve uydurmalı ilavesiyle yirmi sene cezasını çektiğim… ve libasa ait manasız bir adetle tekrar beni cezalandırmaya çalışan; ve çarşıda, Ramazan’da gündüzde rakı içip namaz kılmayanları hürriyet-i şahsiye (şahsi hürriyet) var diye kendisine kıyas edip resmen men etmek vazifesi iken, ilişmediği halde; bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni bir kıyafetim için suçlandırmaya çalışan, elbette ölümün idam-ı ebedesini ve kabrin daimi haps-i münferidini gördükten sonra, makheme-i kübra da ondan bu hatası sorulacak!…
…
Nurun şakirtlerinden (talebelerinden) bazılarının fevkalade iman hizemtlerini ve sarsılmaz aynelyakın ulûm-u imaniyeyi nurlarda görüp istifade ettiklerinden, bu biçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nevide ziyade hüsn-ü zan ile müfritâne (aşırı) medih etmeleri ile beni suçlu gösterene erim:
Ben aciz, zaif, gurbette menfi (sürgün) yarım ümm, ve aleyhimde propaganda ile, halkı benden ürkütmek halleri içinde; Kur’an’ın ilaçlarından ve imanın kudsi hakikatlerinden dertlerime tam derman olanlarını kendime bulduğum zaman; bu millete ve bu vatan evlatlarına dahi tam bir ilaç olduğuna kanaat getirdiğim için o kıymettar hakikatleri kaleme aldım.
Hattım (yazı yazmam) pek noksan olmasından, yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i ilâhiye bana sadık, has, metin yardımcıları verdi. Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını ve samimane medihlerini bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdir ile kırmak o hazne-i Kur’an’i’yeden alınan Nurlar’a bir ihanet ve adavet hükmüne geçer diye, o elmas kalemli ve harman kalpli muavinleri kaçırmamak için onların adi ve müflis şahsıma karşı medih ve senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevi mucize-i Kur’niye olan Risâle-i Nur’a ve has şakirtlerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum… Ve “bana benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye bir cihetten hatıralarını kırıyordum.
Acaba hiçbir kanun, müstenkif olan ve razı olmayan bir adamı başkalarının onu methedmesiyle suçlu yapar mı ki; kanun namına hareket een resmi memur beni suçlu yapıyor?”
…
Ve yirmi otuz seneden beri devam eden telifini (kitap yazdırmasını) bırakan, yalnız bütün ehl-i Kur’an ve imana mefaatli, yirmi sahifelik iki nükte, biri: Kur’andaki tekrarların hikmeti… diğeri, melekler hakkındaki bazı meselelerden başka hiçbir risale daha telif etmeyen… ve yalnız mahkemelerin iade ettikleri Risâlelerin büyük mecmualar yapılmasına ve eski harfle tab edilen Ayete Kübra’nın beşyüz nüshası mahkeme tarafından bize teslim edildiğinden ve teksir makinesi resmen yasak olmadığından; alem-i islamın istifadesi fikriyle; kardeşlerime neşir için teksirine izin verecek onların tashihleri ile meşgul olan… ve katiyen hiçbir siyasetle alakadar olmayan… ve memleketine gimek için resmen izin verildiği halde, bütün menfilere (sürgünlere) muhalif olarak dünyaya ve siyasete karışmamak için sıkıntılı bir gurbeti kabul edip memleketine gitmeyen bir adam hakkında:
Üçüncü ithâmnamede asılsız isnadlarla ve yalan bahisler ve yanlı manalarla o adamı suçlu yapmaya çalışan da –şimdilik söylemeyeceğim- dehşetli iki mana hükmettiğini bu yirmi ayda bana karşı muamelesi ispat ediyor;ben de derim: Kabir ve sakar (cehennem) yeter. Mahkeme-i Kübra’ya havale ediyorum.”
…
Müteaddid mahkemeler beşinci şuayı tetkik edip teşhirine sebep olmakla beraber, bize iade ettikleri halde; şimdi beni tekrar onunla suçlu yapmak, ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu bizi kanaat-i vicdaniye ile mahkum etmek isteyenlerin ve edenlerin vicdanlarına ve onları dahi “Mahkeme-i Kübra”ya havale ederek “Hasbunallahü ve nimel vekil” deriz.”
Bir Yüzlü Müslümanlar Dini Siyasete Alet Etmezler
Avukat Hulusi Bitlisli Atatürk’ün temyizde yaptığı müdafaasından bazı paragraflar alıyoruz:
… Bu iman ve kanaatle, kısmen hakka, kısmen de batıla mütemail müsbet ve menfi görüşlü insanlardan, bilhassa habbeden kubbe yapılmış, dedikodularla ağırlaşmış dosyadan dar bir zamanda aldığım ilhamlara göre, müvekkilim yirmi üç senelik menfa ve inziva hayatında hem kendi mefsini, hem de kardeşlerinin ıslahı için kırk seneden beri hüsn-ü niyetle seri halinde Risâle-i Nur adlı bir eser yazmıştır ki, her ilmin, her eserin fevkinde bir ilim, bir eserdir.
… Ne hâcet, Allah ve Peygambini tenkid ve inkar eden bazı dinsizler bile, mücerred maddi hürriyete dayanıyor, gayri ahlaki neşriyat yapıyorlar. Onlara karşı hakiki alimlerin, vaizlerin nasihlerin (nasihatcıların) gayesi ise, insanları tereddiden (alçalmaktan) korumak, ıslaha davet etmekten ibarettir…
… Müvekkilimin ilahi fikirlerinin rejime aykırı sayılması bahsine gelince; Bunda her memlekette, bilhassa yurdumzdaki muhalif partiler, mütevâliyen rejimin ve halkın bünyesine uygun olmayan bazı kanunlarında tadili için matbuatta bağırıyorlar. Hayat ve memattaki bir çok dünya fatihlerinin leh ve aleyhinde kanaat yürütüyorlar. Eserler, yazılar yazıyorlar. Cemiyetleri, prensipleri, sade maddi menfaatler için tenkid ediyorlar.
Müvekillimin ilahi kanaatları, tenkidleri ne şekilde rejime uygun olmalıdır?
Hangi bir müslüman ve din alimi bilfarz: “Yirmi seneden beri dini dünyadan ayıran idareciler, resmi ve hususi din tedrisine mani oldular… Teşrii selahiyet sahipleri (kanun yapma yetkisine sahip olanlar) şerayi’i (şeriatı) zehirle, irtica ile tavsif ettiler…” dese acaba bunlar rejime aykırı bir hareket midir? Bu gibi hakikatlara temas eden hakiki yüksek bir din alimini hakir görmek, senelerce baskı altında suçlandırmak yerinde olmasa gerek…
… Bir yüzlü müslümanlar, hakiki alimler, hâşâ dini siyasete alet etmezler. Bilakis iki yüzlü siyaset adamları, cemiyetlerin bazı harisleri dünya mefaati için, dini istihfafen siyasete alet etmek isteyebilirler. Bu vadilerde müdafaata arz-tazallumatım (sızlanmalarımı bildirmem) bir dereceye kadar elim (acıklı) farzolunabilir. Ne yapayım, ızdırap döşeğinde inleyen bir din aliminin müdafaatını zayıf omuzlarıma alarak inliyorum. Her suretle inlemek hastaların, her suretle de dilemek hâzik hekim, adil hekimlerin hakkıdır.
…
Teşkilat-ı Esasiye kanunumuz (anayasamız) kavmiyle daiyesini izale (ırkçılık iddiasını gidermek), Türklük camiasında bilâtefrik (ayırt etmeksizin) vatandaşlık haklarını tebâruz ettirdiği halde, maalesef Afyon mahkemesi kararında: “Said-i Nursî’nin damarlarında, akidelerinde Kürtlük kanı olduğunu” diğer müvekkilim Ahmet Feyzi Kulun: “Said’e, Risale-i Nur’a ifrat derecesinde bağlılığı, Maidetül Kur’an ve Hazinetül Burhan eseriyle mahkemede şa’şalı müdafaanâmesinde Said’in müdafiliğini yaparcasına zararlı ve irtiaci bir din mücahedesi yürüttüğünü…” asılsız, esassız tevillerle öne sürerek, adeta zulmet makusü olan “NUR” tabirinden öfkelenerek, dahi emsli tarafgirane faraziyeler, lafız-murad sözlere temas ile, her ikisi hakkında cezanın teşdidini istihfaf yolu ile adaletin pek müessir surette, bir idare memuru zihniyetiyle hissiyata kapılmıştır.
… Binnetic: Yüksek huzurunuza intikal eden dosya üzerindeki şahsiyete mağlup, hasedkar bazı idarecilerin gayesi, müvekkilimin kaiyen arzu etmediği halde, mintarafillah (Allah tarafından) halkın yer yer kendisine gösterdiği sevgileri kırmak, riyasız bir din âliminin eserlerinden parlayan ilahi Nuru adeta masonlar şerefine söndürmektir.
Halbuki Allah’ın yandırdığı bir Nur’u insanlar söndüremez.
Beşer güneşe perde çekebilir, fakat güneşi iskat edemez.
Müvekkilimin kanuna, medeniyete, hakka, hakikate aykırı hiçbir suçu yoktur.
Din dünyadan ayrılmıştır.
Ortada din işleri reisliği de bulunmuş iken, tevehhümî (kuruntu) idari baskılara, tedhişe (teröre), tahkküme (baskıya) dayanan hüküm esasından çürüktür, delilsizdir. Adalete uygun değildir. Her bakımdan usul ve kanuna muhaliftir.”
Mahkeme Kararı Esasından Bozuk
Yargıtay birinci ceza dairesi dava dosyasını, müdafaaları ciddi şekilde inceledi. Avukatların müdafaalarını dinledi. 2/6/1949 tarihinde oy çokluğu ile Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararını esastan bozdu.
Yargıtayı Afyon Ağırceza Mahemesi’nin kararını esastan bozma ilâmı Afyon’a ulaştığı zaman Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri hapishaneye girişinin on altıncı ayının içerisinde idi.
Mahkeme yeniden başladı. İlk duruşmada Bediüzzaman Said-i Nursî ve hapisde bulunan talebelerinin tahliye edilmesi gerekirdi. Öyle olmadı. Tahliye edilmediler. Üç buçuk ay daha içeride tutuldular. Hapishane günler yirmi ayı geçmiş oldu. Afyon Ağır Ceza Mahkemesi vermiş olduğu 18 aylık cezayı fazlasıyla çektirdikten sonra tahliye kararı verdi. Bediüzzaman Said-i Nursî ve talebelerine uygulanan bu muamele keyfi, kanunsuz ve intikam alıcı bir davranışdı.
Mahkeme gecikmeli olsa da insanları tahliye etmişti. Ama el koyduğu Risale-i Nur eserlerini iade etmedi. Eserlerin iadesi için açılan dava, mahkeme, yargıtay ve bilirkişiler arasında uzun müddet sürüncemede kaldıktan sonra, 1956 yılında sonuçlanabildi. 1956’da bütün Risale-i Nur eserleri sahiplerine iade edildi. Afyon Ağır Cea Mahkemesi davası kapandı. Ama bu dava haksızlığın, zulmün ve tarafgirliğin bir numunesi olarak adalet tarihinde de yerini aldı.
Hapishaneden Nezarethaneye
Bediüzzaman Said-i Nursî 20 Eylül 1949 tarihinde şafak vakti hapishaneden tahliye oldu. Tahliyeler hep gündüz olurdu. Onun tahliyesi gece oldu. Polisin nezaretine alındı. Talebelerinden Zübeyr’in kiraladığı bir eve yerleştirildi. Kapısına polisler kondu. Resmen polis nezaretinde idi. Çünkü Ankara’dan gelen emir öyleydi. Afyon’da 72 gün bulunduğu evde gözetim altında tutuldu. Hareket serbestisi verilmedi. Geleni gideni tesbit edildi. 72 günden sonra polis nezaretinden tekrar Emirdağı’na götürüldü ve orada da polis nezaretinde tutuldu. 1947 yılında çıkardıkları sürgünlerin istediği yere gidebileceği hakkında kanundan onu Emirdağı’nın içinde bile serbest hareket ederek istifadesine imkan vermediler.
Bundan sonra talebelerinden en az iki kişi daima onun hizmetinde bulundu. Çünkü Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri pek çok derde müptela olmuştu. Afyon hapishanesinin rutubetli soğuk ve havasız koğuşu, hastalıklarına yeni hastalıklar eklemişti. Üstelik ihtiyardı. Yaşı yetmiş beşi geçmişti. Bünyesi ise çok zayıftı…
Zalimlerin sonu hüsrandır. Zalimlerin idardeki zulmü, 14 Mayıs 1950 yılında yapılan seçimlerde sona erdi. Firavunvâri devam eden saltanatlarından milletçe alaşağı edildiler…