ÂLİM ve MÜCÂHİD Sâid-i Nursî TAKDİM

             

Bediüzzaman Said-i Nursî

TAKDİM

Allahû Teala (cc)’nın mülkünde, O’nun verdiği rızıklarla hayatını devam ettiren her insan, hevasını bir kenara bırakmak mecburiyetindedir. Resul-i Ekrem (s.s.v)’in : “- Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki, arzusunu İslâma tabi kılmayan kimse iman etmiş olmaz.” Buyurduğu ve insanları uyardığı malumdur. İnsanlar hür iradeleri ile imanı veya küfrü tercih edebilirler. Hz. Adem (as)’la başlayan insanlık tarihi, bu tercih sebebiyle “El Milel ve’n Nihal” şeklinde tasnif edilmiştir. İmam-ı Şehristan-i: “- İtikat yönünden insanlar, milel ve nihal ehli olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Milel vahye dayanan ve hak bir şeriat ile amel eden ehl-i diyanete denilir. Nihal ise, hevasına göre yaşayanlara verilen isimdir.” Diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. Kıyamete kadar, mü’minler ile hevasına göre yaşayan insanlar arasındaki mücadele devam edecektir.

Allahu Teala’ın (cc) indirdiği hükümleri alan veya reddeden insanlar, akıllarını ve hevalarını esas almaya mecburdurlar. Büyük Fransız Devrimi’nden sonra Avrupa’da; aklı esas alan ve kilisenin (ruhban sınıfının) dünya görüşünü reddeden filozoflar, insanlık dinini (!) kurmaya gayret etmişlerdir. Devlet adamlarına ve politikacılara “İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken aklı ve bilimi eas almalarını” tavsiye eden düşünürlere aydın, bu harekete de aydınlanma felsefesi adı verilmiştir. Ruhban sınıfı ile her türlü düşünceyi savunan aydınların mücadelesi, bütün dünyada değişik tartışmalara vesile olmuştur. Osmanlı toplumunda ruhban sınıfı bulunmadığı için bu tartışma “Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde gündeme girmiştir. Müslümanların din ile devlet işlerini birbirinden ayırabilmeleri mümkün değildir. Zira islam alimleri: “- İnsanları hidayete ve hayra ulaştırmak, onları fesattan kurtarabilmek için takip edilmesi gereken en güzel yola siyaset denilir.” Tarifini benimsemişlerdir. İbn-i Abidin: “-Siyaset; halkıdünyada ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfaatleri için çalışmaktır.” Tarifini yapmış, bahsin devamında şöyle demiştir: “- Siyaset ağır bir şeriat olup iki nevidir. Siyaset-i zalime; halkın haklarına zıt olan siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır. Siyaset-i Adile; halkın haklarını zalimlerin elinden kurtaran, zulüm ve fenalıkları defeden, fitne ve fesat ehlini men eden siyasettir ki, şeriatten sayılır”. Tariflerin muhtevasını dikkate aldığımız zaman, bütün peygamberlerin adalete dayanan siyaset ile meşgul olduklarını söyleyebiliriz.

Cumhuriyetin ilk yıllarında bir alim; “Şeytanın ve zalim siyasetin şerrinden Allah’a sığındığını” haykırmış ve aydınlanma felsefesini savunan bürokratlara rağmen, İslamı tebliğ etmeye başlamıştır. Bu alim, tespit edilen din adamı standartlarına uymamaktır. Hizbu’ş- Şeytan’a karşı çok şiddetlidir. Müslümanlara karşı ise şefkatli mi şefkatlidir. Meşrutiyet döneminde “İttihad-ı Muhammedi Fırkası’nın” kurucuları arasında yer almış, 31 Mart Hadisesi’nden sonra “Divan-ı Harp Mahkemesi’nde” yargılanmıştır. Mahkemeden çıkarken; “- Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye hayrıkan bu alim, hayatını “Eski Said”, “Yeni Said” diye ayırabilen ve kendini hesaba çekebilen bir mütefekkirdir. Yeni Said, kararını vermiştir: “Neşr-i Hak için Enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz.” Enbiyaya, yani küfrün kökü kazınsın diye Allahü Teala tarafından seçilip gönderilmiş şerefli insanlara tabi olmak farzdır. Hakikati onların usulüyle yaymaya karar vermiştir. Bu kararı verdiği dönemde yalnızdır ve kimsesizdir. Küfrün gücüne, kuvvetine karşılık biçare bünyesi çok zayıftır. O hiçbir şeye aldırış etmeden, “Bismillah, her hayrın başıdır” diyerek Allah’ın adıyla çelik zırhını kuşanmıştır. Kendini dinleyenlere; “İman hem nurdur. Hem kuvvettir. Tahkiki imanı elde eden bir insan dünyaya meydan okuyabilir” diyerek, yola çıkmıştır. Artık buyursun çileler, işkenceler, buyursun baskı-zulüm. Tehditler, takipler, zindanlar hepsi hoş geldi, sefa geldi!…

Evet Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri, bu ülkenin kuruluşunda hedef alınan standartları öylesine zorlamaktadır ki, başlı bbaşına hadisedir. Ankara’da faaliyete başlayan “Büyük Millet Meclisi’ne” çağrılmıştır. Davete icabet eder ve 19 Ocak 1923’de meclis kürsüsüne çıkarak hakikatleri tebliğ eder. Milletvekillerine on maddelik bir beyanname sunmuştur. Beyanname’de “Evamifi Kur’aniyeye imtisal… etmeniz zaruridir. Harice karşı kazandığımız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız.” Tavsiyesinde bulunur. Milletvekillerinin aydınlanma felsefesine (Avrupa’ya) bağlı olduklarını anlamış olmalı ki, “Avrupa medeniyet-i sefihanesinin yırtılmaya yüz tuttuğundan” bahseder ve şöyle der: İslamiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu Frenk, mukallitlerini avam-ı müslimine tercih etmek, maslahat-ı İslam’a münafi olduğundan, alem-i İslam nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat edecektir.”

Bediüzzaman mecliste yaptığı konuşmadan sonra milletvekillerinden bazıları namaza başlamışlardır. Mustafa Kemal, Said Nursî’ye hitaben: “-Sizin gibi kahramanbir hoca bize lazımdır. Yüksek fikirlerinizden istifade etmek için sizi buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz.” Diyerek teessüflerini bildirir. Bunun üzerine Bediüzzaman “-Paşa! Paşa! İslamiyet’te imandan sonra en yüksek hakikat namadır. Namaz kılmayan faasıktır. Fasığın emirliği merduttur.” Diyerek, kendisini ikaz etme ihtiyacı duymuştur. Bu tartışma, Mustafa Kemal’in Bediüzzaman’dan özür dilemesiyle sona ermiştir.

Gerek Bediüzzaman’ın meclise sunduğu tebliğ, gerek yukarıda andığımız diyalog, ayrıntılı araştırmalara konu olacak  bir öneme hazidir. Meclisin ilk kuruluş yıllarına ait tarafsız araştırmalar, hala yapılabilmiş değildir. Mesela Mustafa Kemal’in o dönemde muhalifleri kimlerdir, bunlar hangi noktalarda, farklı düşünmektedirler? Bu konuda yapılan tartışmalar nelerdir? Toplumun sosyali siyasi ve ekonomik yönlerden değişmeye zorlandığı o dönemdei kimler, hangi gerçeklerle karşı çıkmışlardır? Bütün bunları öğrenmek, bu ülkede yaşayan insanların hakkı değil midir?

Birinci Büyük Millet Meclisi’nde, askeri bürokratlar ile İslam alimileri yanyanadır. İstiklal savaşının kazanılmasılndan sonra; askeri bürokratlar İslam fıkhı yerine, aydınlanma felsefesinin getirdiği kanunları ön plana çıkarmışlardır. Bu değişimi kabul etmeyen Burdur Me’busu Şair Mehmet Akif ve Bediüzzaman Said-i Nursî, cumhuriyet rejiminin düşmanı ilan edilirler. Halbuki her ikisinin de meşrutiyet döneminde; saltanat rejiminin yerine, İslam cumhuriyetinin kurulmasını savunduklarını herkes bilmektedir.

Aydınlanma felsefesi, sivil ve asker bürokratlar tarafından dayatılan bir dünya görüşüdür. Aklı hem gerekli, hem yeterli bulan ittihad-terakki fırkasının önde gelenleri, irticaya(!) karşı amansız bir mücadeleye girişirler. Şair Mehmet Akif “Zalimin hasmıyım ama severim mazlumu/ Sizin lisanınız da irticanın manası bu mu?” sualini sorar ve “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”ın Allah’ın vahdaniyetini boğamayacağını” haykırır. Fakat kimsenin kendisine kulak verdiği yoktur. Aynı günlerde “Avrupa medeniyet-i sefihanesinin yırtılmaya yüz tuttuğunu” söyleyen Bediüzzaman Said-i Nursî, değişimin getireceği bunalıma dikkat çekmiştir. Her ikisinin de TBMM’de yaptığı tebliğin mahiyeti aynıdır. Bediüzzaman, insanlığın kurtuluşu için “Kur’an’ın evamir-i kat’isine imtisal etmek zaruri” olduğunu haykırırken, Şair Mehmet Akif, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” diyerek aynı hakikati ifade etmiştir. O dönemde meclisin vasfı (ismen de olsa) “İslam Cumhuriyeti”dir. Bu durum, meclisin bir İslam Cumhuriyeti olmadığını, burada geçen “İslam” kelimesinin başka amaçlar için kullanıldığını düşündürmektedir. Sivil ve askr bürokratlar; ilk anayasada yer alan “Devletin dini, din-i İslamdır” hükmünü, takıyye yapmak içibn kullanmışlardır. Bediüzzaman birinci mecliste yaptığı konuşmadan sonra, mücadeleye başlamk üzere Van’a gider. Şair Mehmet Akif’in de Mısır’a sürgün edildiği malumdur.

Van’da bir mağaraya çekilen ve münzevi hayat yaşayan Said-i Nursî, jandarmalar tarafından apar-topar Burdur’a götürülür. Orada “Nur’un İlk Kapısı” açılmıştır. İnsanlardan uzaklaştırmak ve çürütmek için “uygun görülmüş” küçük bir şehirdir Burdur!… Bürokratların hesapları tutmaz. Çürümeye terk edilen ihtiyar, burada Türkiye’yi sarsacak bir mücadelenin kapısını açmıştır. Artık eserleri elden ele, dilden dile yayılmaktadır. Merhum, Osman Yüksel’in deyimiyle “her talebe, bir makine, bir matbaa olmuştur.iman tekniği meydan okumaktadır.” Nur risâleleri binlerce defa yazılır, teksir edilir. Burada şunu çok açık belirtelim ki, Bediüzzaman, kendisine ve talebelerine uygulanan baskıya, şiddete, teröre karşı, talebelerine sabrı tavsiye etmiştir. CHP’nin zulmüne engel olmaları için, Demokrat Parti yöneticilerine tavsiyelerde bulunmuştur. Şeytanın ve zalim siyasetin şerrinden Allah’a sığındığını belirten Bediüzzaman Said-i Nursî’nin; zamanında Başbakan Adnan Menderes’e yazdığı tevsiye mektubu, bazı politika bezirganları tarafından istismar edilmiştir. Hayatının bir döneminde yaptığı hataları tahlil eden ve o dönemi ifade için “Eski Said” nitelemesini kullanan bir alimin mücadelesini; muhaliflerin ifradı, kendini sevenlerin tefridi sebebiyle gölgelemek doğru değildir.

Peygamberlerin baktığı mirasa sahip çıkan ve Allah yolunda cihadı esas alan insanların, ateşi avuçlamaktan daha zor bir görevleri vardır. Bu eser; Bediüzzaman Said-i Nursî’nin hayatını ve mücadelesini,objektif bir şekilde ortaya koyan bir biyografi çalışmasıdır. Allahu Teala’nın (cc) rızasını her şeyin üzerinde tutan ve “Saçlarım adedince başlarım bulunsa ve hergün biri kesilse; hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu baş zındıkaya teslim-i silah etmeyecek ve davasından vazgeçmeyecektir” diyen Bediüzzaman Said-i Nursî’yi rahmetle anmak hepimizin vazifesidir.

MİSAK YAYINLARI

  

Scroll to Top