28 Şubat 1997 Menfur ve Me’şûm Hareketi

28 Şubat 1997 hareketi de tarihte meydana gelen gönülleri İslâm’dan çevirme hareketlerinin bir benzeridir.
28 Şubat 1997’de neler olmuştur?
İmam hatip okullarının orta kısmı kapatılmıştır. Lise kısmı için de
öğrenci bulamasın, kendiliğinden kapansın denilmiş, imam hatip mezunlarının üniversiteye girmeleri son derece zorlaştırılmıştır. İlahiyat mezunlarına çalışma alanları daraltıldıkça daraltılmıştır. Maksat dinini bilen, yaşayan ve millete Müslümanca örnek olan insanların yok edilmesidir.
Bir çok Kur’an kursu kapatılmış, açık olanlara da 15 yaşından sonra kayıt olunabileceği kayıt altına alınmıştır.
12 yaşından küçük olanların yaz tatilinde bile olsa, Kur’an okumaları engellenmiştir.
Namaz kılanlar, sakallı olanlar, başını örtenler fişlenmeye, horlanmaya, işten atılmaya tabi tutulmuşlardır.
Dindar olmak, dini bir yaşayışa sahip olmak, elde kor ateş tutmak kadar zorlaştırılmıştır.
Ekber Şah ve uydurma dini geçip gittiği gibi bunlar da geçip gidecektir.
Baki kalan yine İslâm ve Müslümanlar olacaktır. Yeter ki, biz Müslümanlığımızı bilelim. Müslümanca yaşayalım.

Ad Değiştirmeler
Peygamberler Hak dinin tebliğcileridir. Peygamberlerin tebliğinde esas, insanları Allah’a kulluk yapmaya davettir. Allah’ın var ve bir olduğunu ilandır. Bütün peygamberler bu daveti yapmışlardır.
Batıl davaların dayandığı temel de Hak dinin esaslarını ve bunların yok edilmesi için çalışmalarıdır. Dünyanın neresinde, hangi asırda olursa olsun batıl dava güdücüleri hep Hak davanın yok edilmesi için çalışmalarında aynı usulleri kullanmışlardır. Buna bir misal vereceğiz:
Ekber devrinde Ahmed, Muhammed ve Mustafa gibi Müslüman isimlerinden nefret ediliyor, bu isimler Müslüman olmayan isimlerle değiştiriliyordu.
Ekber Şah’tan asırlar sonra Müslüman isimler yine atılıyor, yerine Müsüman olmayan isimler konuyordu.
“Hakimiyet-i Milliye” gazetesinin 9/2/1934 tarihli nüshasında verdiği habere göre, Yozgat valisi Bekir Sami’nin adı “Baran” olarak, Yozgat mebusu Ali Avni’nin ismi de “Sungur” olarak değiştiriliyordu. Dil devrimi adına gazete “Hakimiyet-i Milliyle” ismini atıyor, Ulus ismini alıyordu. Ulus gazetesinin 20. 02. 1935 tarihli nüshasında verdiği habere göre, Çeşme’de bir okulun dördüncü sınıf öğrencileri başlarında okutanları olmak üzere mahkemeye başvuruyor, taşıdıkları Arap isimlerinin değiştirilmesini istiyorlardı. Mahkeme de isteği olumlu karşılıyor, isimlerinin değiştirilmesine karar veriyordu.

Küfür Kelimelerinden Sakınmak Gerektir
İmam-ı Rabbânî zamanında şairlerden birisi kendisine “Küfrî” kelimesini mahlas olarak alır. Arkadaşlarından biri durumu İmam Rabbânî’ye bildirir. İmam-ı Rabbânî şöyle der:
“Keşke bileydim, bu şenaati belli, kötü ismi seçip almaya kendisini ne götürdü? Müslüman olan kişiye layık olan odur ki, yırtıcı aslandan kaçışından daha fazla bu gibi isimlerden kaça. Tam manası ile bu ismi kötü göre. Şundan ki, bu isim ve bu ismi alan Allah katında, Rasulullah indinde buğz edilmiştir. Müslümanlar dahi küfür ehline karşı adavetle, sertlikle memurdur. Bu mana icabı olarak bu gibi çirkin isimden sakınmak vaciptir.”
“Benim tarafımdan onu bulunuz. Bu ismi değiştirsin. Onun yerine daha hayırlı olan, Allah ve Resûlü katında sevilip beğenilen, razı olunan İslâmi bir ismi alsın. Çünkü bir Müslümanın haline ve sözüne bu daha uygundur. İslâm dinine bağlılıktır. Aynı zamanda bu İslâmi ismi almakla “Töhmet yerlerinden sakınınız” hadis-i şerifi ile aldığımız emre uyup korunmak hasıl olur.”
Peygamberimiz (s.a.v.) cahiliyye devrinden kalma isimleri değiştirirdi.
Peygamberimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
“Kıyamet gününde isminizle ve babanızın ismi ile çağırılacaksınız. İsimlerinizi güzel koyunuz.” (Ebu Davud, 4/287, hadis no: 4948)
Ne yazık ki, bugün de Müslüman isimlerini beğenmeyip acayip hatta eski yunan tanrıçalarından isim alanlar vardır. Yazık, çok yazık.
İslâm ve Küfür Birbirinin Zıddıdır, Bir Arada Olamaz
İmam-ı Rabbânî Hindistan’lıdır. Hindistan’da, Hindular vardır. Budistler vardır. Hinduizmin, Budizm’in çeşitli kolları vardır. Ateşe tapanlar, aya, güneşe, yıldızlara ilah diyenler vardır. Bunlarla birlikte Müslümanlar vardır. Kötülük, hele nefsin arzu ettiği kötülük, kötü alışkanlıklar, şehevi tutkular ormana atılan bir kıvılcım gibi sirayeti, yayılması çabuk ve kolay olan şeylerdir. Bu kadar batıl dinlerin, sapık düşünce ve görüşlerin olduğu yerlerde Müslümanlar kendilerini nasıl koruyacaktır.
İmam-ı Rabbânî bunun üzerinde de hassasiyetle durur, şöyle der:

“Bilesin ki iki cihanın saadeti, dünya ve ahiretin Efendisi Allah’ın Resûlü’ne tabi olmaya bağlıdır. Ona tabi olmak ise şu şekilde olur: İnsanlar arasında İslâmi hükümleri yerine getirip icra etmek, havastan ve avamdan küfür adetlerini kaldırıp iptal etmek.
İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır. Bir arada olamazlar. Ta kıyamete kadar, hatta kıyamette dahi, bunlardan birini ispat etmek, diğerini kaldırmaktır. Birini ağırlamak diğerini küçük düşürmektir.
Küfür ehli, İslâm beldelerinde mücerret küfür ahkamının icrası ile yetinmiyor. İslâm ahkamının izalesi ve onun tamamen kalkmasını istiyorlar. İslâm’ın ve Müslümanların izini yok etmek için çabalıyorlar. İş o hadde vardı ki, bir Müslüman İslâm adetlerinden bir şey yapacak olsa ona ölümü tattırıyorlar.
İslâm dininin izzet bulması, küfrün ve küfür ehlinin zelil düşmesindendir. Buna göre bir kimse küfür ehlini ağırlarsa, İslâm ehlini zelil düşürmüş olur.

Kafirlere Karşı Davranış
Kafirleri ağırlamak, yalnız onlara tazim edip baş köşeye oturtmak değildir. Onları meclislere almak, onlarla sohbet etmek, onların dili ile konuşmak gibi hareketler dahi onları ağırlamaktır.
Allah’ın ve Allah’ın Resûlü’nün düşmanları ile karışık durmak, cinayetlerin en büyüklerindendir.
Bu düşmanlarla karışık durmanın onlarla arkadaşlık etmenin en azından zararı, şer’i hükümlerin icrasındaki kuvvete zaaf ve gevşeklik hasıl olmasıdır. Bundan başka onlarla olan arkadaşlığı dolayısıyla küfre sebep olacak şeylerden kaçınmaya utanır. Böyle bir zarar gerçekten büyüktür. Kaldı ki, Allah’ın düşmanlarına karşı sevgi gösterisi ile ülfette bulunmak Allah’ın düşmanlığını, Resûlü’nün düşmanlığını çeker. Eğer onlarla alaka peyda etmek, dünya işlerine ait zaruretler icabı ise, başka türlü de olmuyorsa, o zaman uygun olan zaruret miktarı onlarla olmaktır.
İmam-ı Rabbânî’nin kafirlerle münasebetlerde uyulması gerekli olan belirttiği kurallar özetle şöyledir:
1- Allah’ın Resûlü’ne bağlı olmak, İslâm’ın emirlerini yapmak yasaklarından kaçınmak.
2- Kafir adetlerine uymamak, onların istediği şekilde hareket etmemek.
3- Onlarla samimi arkadaşlık kurmamak, birlikte yaşamamak.
4- Dünya işleri dolayısıyla onlarla beraber olmak, konuşmak ve çalışmak gerektiği zaman bunu zaruri miktarı yapmaktır.
Avrupadaki işçilerimizin durumu malum iken, şevkle, aşkla Avrupa birliğine girmemizi istememiz İmam-ı Rabbânî’nin koyduğu ölçüler içerisinde değerlendirdiğimiz zaman ne kadar zavallı duruma düştüğümüzü göstermektir.
Vahdet-i Vücud, Vahdet-i Şuhud
İmam-ı Rabbânî’nin önemle üzerinde durduğu meselelerden biri de “Vahdet-i Vücud” meselesidir. Aslında vahdet-i vücud Hind düşüncesine dayanır. Bu düşünce Hind’den Yunan’a, oradan da İslâm dünyasına geçmiştir. Muhiddin İbnul Arabî, kendi yorumu ile “vahdet-i vücudu” sistemleştirmiş ve tasavvufa mal etmiştir. Muhiddin Arabî’nin vahdet-i vücud anlayışı tasavvufta ilgi görmüş, vahdet-i vücudu benimseyenler ve bu görüşe karşı çıkanlar, kendi görüşlerini müdafaa için çok çalışmışlar, hatta kavgalara bile sebep olmuşlardır. Birbirlerine ve Muhiddin Arabî’ye ağır ithamlarda bulunmuşlardır.
Vahdet-i Vücud, halkın anlayacağı kaba tabirle “Allah her şeydir ve herşey Allah’tır” . Allah’tan başka bir mevcut yoktur. “Lâ mevcûde İllallah” Vahdet-i vücud düşüncesi Hindistan’da yaygındı, Hind düşüncesinden de besleniyordu. Tasavvufu yozlaştıran düşüncelerin de başında geliyordu. İmam-ı Rabbânî tasavvufu dinin içindeki yerine yerleştirmek ve yozlaşmayı yok edebilmek için vahdeti vücud meselesi ile ilgilendi. “Vahdet-i şuhud” görüşünü anlatmaya çalıştı ve muvaffak da oldu.
Vahdet-i vücudun meydana getirdiği zararları telafi etti.
Vahdet-i Şuhud nedir? Vahdet-i Şuhud’a göre kainatta her şey Allah’ın şahididir, Allah’ın varlığının ve birliğinin delilidir. Allah vardır ve birdir. Diğer varlıklar da vardır. Allah’ın dengi ve benzeri yoktur.
Kur’an-ı Kerim’de de yaratılanların yaratanın varlığına delil ve şahit olduğu bildirilmektedir.

Mühiddin-i İbn-i Arabi
İmam-ı Rabbânî, Muhiddin Arabî’ye saygı duyar, ona hücum etmez, onu kötülemez. Düşüncelerinde, keşiflerinde yanıldığını açıklar. İmam-ı Rabbânî Muhiddin İbn-i Arabî Kuddise sirruh hakkında şöyle der:
“Muhiddin b. Arabî’nin, Allah sırrının kutsiyetini artırsın, ibareleri de icaba nazırdır. (Cenab-ı Hak bir işi yapmak mecburiyetinde gösterir) Kudreti manasında felsefecilere uygun düşen bir tarafı vardır. Şöyle ki: Kadir-i Mutlak zat için bir şeyi terki sağlıklı görmez. Fiil tarafının lüzumlu olacağına inanır. Şaşılacak durum şudur ki; Şeyh, keşif erbabı nazarında makbullerden görülmektedir.
Bilgilerinin bir çoğu, ehli Hak görüşlerine aykırı olup isabetsizlik ve hata gösterir. Ama, herhalde, keşfe faydalı hata da mazur olmalıdır. İçtihattaki hata misali, ondan ayıplama kalkmalı, ayıplanmamalıdır.
Bu fakire has olan Şeyh Muhiddin b. Arabî hakkındaki itikattır. Kendisinin makbullerden olduğuna itikat ediyorum. Amma muhtelif ilimlerini hata ve zararlı görüyorum.
Bir taifeden bir kavim, Şeyh Muhiddin b. Arabî’ye uymayı tercih edip O’nu bütün ilimlerinde isabetli itikat ederler. Delillerle, şahitlerle haklı olduğunu ispata çalışırlar.
Hiç şüphe yok ki, her iki taraf da onun hakkında ifrat ve tefrit tarafını seçmişlerdir. Orta halli olmayı bırakmışlar, ondan ayrılmışlardır.
Şeyh Muhiddin b. Arabî, makbul velilerden olduğu halde, keşfe dayalı hata sebebiyle nasıl reddedilir?
Doğruluktan uzak, ehli Hak görüşlerine aykırı olan ilimleri, katıksız bir şekilde uyularak nasıl kabul edilebilir?
Bu hususta hak olan orta halli olmaktır. Allahu Teâlâ ihsanı ve keremi ile beni muvaffak eylemiştir.
Evet. Bu taifeden büyük bir topluluk, Şeyh Muhiddin b. Arabî ile ‘vahdet-i vücud’da müşterektir. Her ne kadar bu meselede şeyhin kendine has bir tarzı var ise de sözün aslında onlar beraberdirler.
Bu mesele dahi, her ne kadar ehli Hakk’ın inançlarına aykırı ise de, lakin bir tevil (yorum) tarafı vardır. Onunla bir birlik kurulabilir.
Bu fakir, Allah’ın yardımı ile, Hz. Şeyhimizin Rubaiyet şerhinde bu meseleyi, ehli Hak itikadına mutabık hâle getirdi. Aralarını birleştirdi ve iki tarafın niza halinde olduklarını lafza aktardı. Her iki tarafın da şek ve şüphelerini halletti. O kadar ki, o meselede şek ve şüphe yeri kalmadı.”
İmam-ı Rabbânî’nin “vahdet-i vücud” meselesinde hallettim dediği şey, “Vahdet-i Şuhud”dur. Her şey Allah’ın varlığının ve birliğinin delilidir.O zamana kadar kullanılmayan “Vahdet-i Şuhud” usulü ile “Vahdet-i Vücud” meselesi sükunete erdi. Halk arasında ve tarikatlar seviyesinde
“Her şey Allah’ın varlığının delili” hükmü daha iyi anlaşıldı.
İmam-ı Rabbânî için esas, her şeyde Kur’an-ı Kerim’e uymak ve sünneti seniyyeye tabi olmaktır. O der ki: “Rasulullah Efendimiz’e tabi olmalı, sünnetine tutunmalı ve O’nun şeriatını yarine getirmelisiniz.”

Bidat’ın Ne Nuru Vardır Ne De Ziyası
Sünnete tabi olmak, bidatlerden kaçınmaktır.
Bidat her ne kadar şafak aydınlığı gibi görünmekte ise de, hakikatte onun ne nuru vardır ne de ziyası. Hastaya onsan şifa da gelmez. Dertlere deva da olmaz.
Nasıl anlatıldığı gibi olmasın ki, bidat sünneti kaldırır, ya da üzerinde durulmayıp sessiz geçilen bir şeydir. Sessiz geçilen bir şey ise, sünnet üzerine fazladan gelir. O zaman hakiki manası ile sünneti kaldıran bir şey olur. Zira nas üzerine zaid gelen bir şey, O’nu neshedip kaldırır.
Bidatta sünneti kaldırdığı, onu nakzettiği için, ne hayır vardır ne de güzellik. (yani hasene olması yoktur) Keşke bilseydim, bidat-ı muhdese için (sonradan olan bidat için) “hasene” hükmüne nereden varmışlar? Hem de kemal üzere olan ve nimetlerinde tamam olduğu bir dinde. Hiç mi bilmezler ki, ikmalden, itmamdan, rızanın husulünden sonra yapılan bir ihdas, güzel olmaktan yana çok uzaktır.
Bir ayet-i Kerim’e meali:
“Hak’tan sonra delaletten başka ne vardır?” (Yunus: 10/32)
“Eğer bilmiş olsalardı ki, kemal üzere olan bir dinde sonradan olan birşeye güzel hükmünü vermek onun kemalini gidermeyi gerektirir, nimetin dahi tamama ermediğinden haber verir, elbette böyle bir şeye cüret edemezlerdi.”
İmam-ı Rabbânî, Muhammed Abdullah’a yazmış olduğu 336. mektubunda da bidat konusunda şöyle der:
“……… geçmiş zamanlarda İslâm’ın kuvveti olduğundan zaruri olarak bidat zulmetlerine dayandı. İhtimal ki, o zulmetlerden bazısı nurani olarak hayal edildi. Bu da İslâm’ın nurunun şaşası içinde olabilir.
……… Ne var ki, şimdiki vakit böyle değildir. Bu vakitte İslâm’ın zaafı vardır. Onda bidat zulmetlerine tahammül tasavvur edilemez. Hatta bu manada eskilerin ve yenilerin fetvası ile yürümek dahi yerinde olmaz.
Zira her vaktin kendine göre hükümleri vardı.

Sünnetin Dışında Şeyhlere Uyulmaz
Bu vaktin sofisi, insafa gelip İslâm’ın zaafını ve yalanın faş olduğunu düşünmüş olsalardı, onlara lazım gelirdi ki, sünnetin dışında şeyhlerine uymayalar. Şeyhlerinin amel etmesi bahanesi ile yeni icat olan işleri yol tutup adet edinmeyeler. Zira sünnete tabi olmak elbette kurtarır, hayır ve bereket semereleri verir. Sünnetin gayrıya uymak ise, tehlike üstü tehlikedir.
……… Saadeti bulan o kimsedir ki, terk edilen sünnetlerden bir sünneti yerine getirip ihya eyleye. Amel edilmeye çalışılan bidatlerden bir bidatı dahi yok ede.”

Örf ve Adet
İmam-ı Rabbânî sorulan bir soru üzerine konuya Peygamberimiz (s.a.v.)’i örnek vererek açıklık getirir.
“Bidat sebebi ile cehri zikirden (sesli zikirden) men edilmenin sebebi nedir? Halbuki o zevk ve şevk veriyor. Rasulullah (s.a.v.) zamanında olmayan diğer şeyler neden men edilmiyor? Mesela; ferace, şal, şalvar gibi.
Rasulullah Efendimiz’in fiili iki nevidir.
a) İbadet yoluyla yapılan fiil
b) Örf ve adet üzere yapılan fiil
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’den ibadet yollu yapılan fiilin hilafını bidat kabul ediyoruz, yani münker. Bunu men etmeye de çok çalışıyoruz. Zira böyle bir şey, dinde bir icattır ki, merdut sayılır.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’in örf ve adet yolu ile zuhur eden fiiline gelince… Onun aksine bir durumu münker, bidat saymıyoruz. Dine taalluku olmadığı için de onu men etmeye pek girişmiyoruz. Çünkü böyle bir şeyin varlığı ile yokluğu örf ve adetle alakalıdır. Din ve şeriat üzere bir şey değildir. Bazı beldelerin örf ve adeti, bazı beldelerin örf ve adetlerinin hilafına olduğu gibi. Hatta aynı beldede zamanın değiştirmesi ile adetlerinde dahi değişiklik olur.
Durum üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen adet olan sünnetlere dahi riayet edildiği takdirde neticesi verimli olur, sonu saadete çıkar:
Külah ve Şecere
İmam-ı Rabbânî, tarikatta esasın öğrenmek ve öğretmek olduğunu açıklar, külahın ve şecerenin asıl olmadığını bildirir, buna rağmen bazı tarikatlarda külahın ve şecerenin asıl haline geldiğini, şeyhliğin ve müritliğin külah ve şecereye inhisar ettirildiğini beyan eder.





Scroll to Top