Zındıkların Hadis Uydurma Yollarını Kapattılar

Abdül’azîz’in başlattığı hadisleri toplama işi başarıya ulaştı. Sağlam inançlı, muttakî âlimler, uydurma hadisleri ayıkladılar, peygamberimizin mübarek sözlerini senetleri ve ravileri ile birlikte tesbit ettiler, kitaplar haline getirdiler, kötü niyetli zındık kişilerin hadis uydurma yollarını kapadılar.
Dinimizin ikinci kaynağı olan sünneti saf ve berrak olarak ümmet-i Muhammed’in faydasına sundular. Bu işin şerefi ve sevabı başta Ömer bin Abdül’azîz olmak üzere üstün bir gayret ve azimle çalışan İslâm âlimlerinindir. Allah hepsinden razı olsun. Amin!
Eğitim
Ömer bin Abdül’azîz eğitime büyük önem verdi. Müslüman çocukların eğitimle yetişmeleri için her türlü tedbirleri aldı. Gelişme ve büyüme çağındaki çocukların eğitiminde, Kur’an öğrenimi ve terbiyesi, binicilik ve atıcılık temel derslerdi. Gelişme ve büyüme çağındaki çocukları, eğlence, israf ve zararlı alışkanlıklardan korumak da esastı.
Ömer bin Abdül’azîz, çocuklarının öğretmenine gönderdiği mektupta şunları bildirir:
“…seni bilerek çocuklarımın eğitimi ile görevlendirdim. Başka dost ve yakınım varken çocukları sana teslim ettim. O halde sen çocuklara cefayı anlatacaksın ki, Hakk’ı öğrene öğrene büyüsünler. Onlarla sohbeti bırak ki tutukluluktan kurtulsunlar. Gülmeyi azalt ki, kalpleri ölmeden gelişsin. Verdiğin eğitimden çocukların öncelikle inanacağı şey, şeytanın süslediği oyalayıcı oyunlardan kaçınmak olsun.
En güvenilir âlimlerden öğrendiğimize göre, saz ve müzik dinleyip bunlara düşkün olmak, kalpte nifak tohumları yeşertir. Tıpkı suyun otu yeşerttiği gibi…
Çocuklar derse, Kur’an-ı Kerim’den bir cüz okuyarak başlasınlar.
Ders bitiminde her çocuk ok ve yayı ile yaya olarak atış yerine gitsin. Her biri atış yaptıktan sonra öğle istirahatına çekilsin.”
Ömer bin Abdül’azîz, ilim ve amel üzerinde de hassasiyetle durur, sık sık valilere ilim öğrenmenin ve öğrendiği ilimle amel etmenin lüzumunun öğretilmesini ister.
İlimsiz Amel Olmaz
Kur’an’ın ve peygamber sünnetinin bildirdiği hakikat şudur ki, “İlimsiz amel olmaz. Amelsiz ilim de bir işe yaramaz. İlmi ve ameli birbirinden ayırmak dinin esaslarını zedeler, insanî bütünlüğü yok eder.”
İlme dayanmayan amel, faydalı sonuçlar vermez, belki zararlı sonuçlar doğurur. Ömer bin Abdülaziz, horasan valisi Abdurrahman bin Naim’e gönderdiği mektupta şöyle der: “İlim ve amel iki akrabadır. Allah için âlim olmalı ve Allah için uygulama yapmalısın. Bilip de amel etmeyen kavimlerin ilmi,
vebalden başka bir şey değildir.”

“İlimsiz amel edenler, ıslahtan çok fesat yayarlar, sözünü ameliyle yaşatmayan kimsenin günahı çok olur.”
Ömer bin Abdül’azîz, vali ve memurların ilim ve amel sahibi olup halka öncülük yapmalarını istiyor, onları iş başında eğitimden geçiriyor, ilmi ve ameli birbirine uymayan vali ve memurları vazifeden alıyordu.
Eğitim, kültür, savaş, siyaset, idare ve ekonomi alanlarında valilere, ordu kumandanlarına, âlimlere gönderdiği mektuplar şunu gösteriyor ki:
Ömer bin Abdül’azîz, geniş bir kültür, keskin bir zeka, eğitim ve öğretim, düşünce alanlarında engin bir kavrayışa sahipti.

Düşünce Hürriyeti
Ümmetin bilgin ve hukukçuları arasında sürekli düşünce bağının kurulması için geniş bir düşünce hürriyeti alanına ihtiyaç vardı. Ömer bin Abdül’azîz bunu sağladı. Kısa dönemi içinde Ömer bin Abdül’azîz’in sağladığı hürriyet ortamı ve verdiği imkanlar ile nice hadis, fıkıh, tefsir ve düşünce bilginleri yetişti.
“Herkes bildiğini ve düşündüğünü söylemelidir.”
Kasım bin Muhammed, Ömer bin Abdül’azîz dönemi için şöyle der: “Ömer’in devrinde, eskiden konuşmayan herkes konuşuyordu.”
Hak ve adâletin doruk noktası, herkesin bildiğini ve düşüncesini söylemesi ve Hakk’a, adâlete uygun bir yaşayışın hayata hakim olmasıdır. İslâm’ın insanlardan istediği budur. Ömer bin Abdülaziz’in yaptığı da budur. “Ömer bin Abdül’azîz Dönemi ve İslâm İnkılâbı” adlı bir eser yazmış olan İmadüddin Halil konu ile ilgili şunları yazar:
“…. İşte bu hak ve adâletin doruk tepesiydi.”
Kelimelere özgürlük…
Herkesin dilediğini söyleyebilme özgürlüğü…
Her mazlumun bağıra bağıra derdini anlatabilme özgürlüğü…
Her mağdurun olanca sesiyle bağırabilme özgürlüğü…
Kısaca tüm konuşamayanlara özgürlük…
Eğer bir milletin bireyleri diledikleri her şeyi söyleyebiliyorlarsa, bilesin ki, dünyanın hiçbir kuvveti onları sarsamayacaktır. Çünkü manen ve maddeten kendisini sorumlu hissedecek o milletin bireyleri, ideolojik birliği zedeleyecek tüm arızalara karşı koyacaklardır. Çünkü bu onlar için fikri ve vicdanî bir sorun olmuştur.
Kelimelerin gönüllerde hapsedildiği, hak ve adâlet tezahürünün önlendiği bir ortamda ise, hiç şüphesiz milletler en ufak bir dış baskıya dahi dayanamayacak ve yıkılıp gideceklerdir.
Konuşma özgürlüğünden yoksun bir milletin fertleri, içten içe yıkılmaya, fikren, kalben ve vicdanen yokluğa yönelmeye, kısa bir süre içinde ayrılık ve ikilikle birbirini kemirip tüketmeye mahkûmdurlar.
Sonuçta bu ayrılık ve ikilik “ideolojik birliği” de etkileyecek fikrî, vicdanî ve kalbî çöküşler birbirini izleyecektir. İşte Ömer bu gerçeğe parmak basıyordu:
“Bizden öncekiler, hakkı hapsettikleri için yok olup gittiler. Hapsettikleri hakikat kendilerinden alınınca aralarına yayılan zulüm hakkın yerine geçti.”
Ömer, insanı zulme başkaldırmaya yöneltiyordu. Hapsedilmiş kelimeleri özgürce konuşmasını, iç âleminde biriktirdiği her şeyi haykırmasını ve bu tavrın sürekli korunmasını istiyordu.
Bu Raşid halifenin güttüğü politika ve program dosdoğru uygulanırken, hak ve adâletten sapmak düşünülebilir miydi?
O, Şam mescidine girip en gür sesiyle: “Dikkatli olunuz ve biliniz ki, Allah’a isyanda bize itaat edilmez” diye bağırıyordu.
Ömer bin Abdül’azîz’e bunları söyleten derin imanı, Hakk’a bağlılığı, yaptığı her şeyden ahirette Allah’a hesap verme şuurudur.
Bugün İslâm dünyasının başında olup da Müslümanlara kan kusturanlar kimlerdir? Müslüman isimli azgın ve zalim tağutlardır.

Onun Yolu Kur’an’a ve Sünnete Bağlılıktı
Ömer bin Abdül’azîz’in yolu, Allah’ın Rasûlünün yolu idi. Kur’an’a ve sünnete bağlılık, o’nda temel esastı. Valilerine gönderdiği bir tamimde şöyle der:
“…Allah’ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine uyunuz. Heves ve uzun emellerin yöneldiği her şeyden kaçınınız. Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti ile amel etmeyenin ne dünya ne ahirette yolu ve kerameti yoktur.”
“Hakk’ın ötesinde batıl vardır. Basiretin ötesinde de körlük vardır.”
“Allah’ın kullarına, Allah rızası için öğüt veren bir kul olmalısın.


Allah’ın yolunda hiç kimsenin kınamasından korkma.
Çünkü asıl korkman gereken insanlar değil, Allah’tır.
İyilik yolunda nasihat, halka karşı emanet ve halkın arasında iyilik yayma dışında bir şeyle Müslümanları yöneltmeye kalkmayasın. Sakın ola ki, Hakk’tan başka bir şeye meyletmeyesin. Çünkü hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
Sakın ola ki, Allah yolundan başka bir yol izlemeyesin. Çünkü Allah’tan başka bir yerde sığınak bulamazsın.”


Birliği Sağladı
Ömer bin Abdülaziz iç barışı sağladı.
Hz. Osman’ın son zamanlarında başlayan, Cemel ve Sıffîn savaşları ile derinleşen, Kerbela’da Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının şehit edilmesi ile kapanmayan ve daimi kanayan bir yara halini alan ve bir kısım fitneci ve zındık grupların telkin ve teşviki ile diri tutulan ayrılık, şiddet ve düşmanlıklara Emevî idarecilerinin gösterdiği kılıç olmuştur.
Her kılıcın kopardığı kafa, şiddeti ve düşmanlığı daha da artırmıştır.
Ömer bin Abdül’azÎz, zulmü durdurdu, adâleti uygulanır hale getirdi.
Düşmanlıkların üzerine insanlık, kardeşlik ve hak duyguları ile yürüdü.
İnsanların aklına, mantığına ve hak duygularına seslendi.
Yangına körük vazifesi yapan kılıcı kullanmadı.
Yangını söndüren, insanlara serinlik veren su mesabesinde olan karşılıklı konuşma yolunu tercih etti. Adâlet terazisini eline aldı, iç barışı sağladı.

Ömer bin Abdül’azîz neler yaptı?
Hz. Ali evladına ve sevenlerine karşı valilerin sürdürdüğü şiddeti durdurdu.
Hz. Ali ve evladına karşı hutbelerde okunan laneti kaldırdı.
Humus’un Haşim oğullarına dağıtılmasını emretti.
Fedek arazisini dedesi Mervan ele geçirmişti. Bu araziyi Hz. Fatıma evladına iade etti.
Hz. Ali’nin Fatıma’dan olan evladına onar bin dinar dağıttı.
Ömer bin Abdül’azîz’in yaptıklarından Hz. Ali evladı ve onların taraftarı gözüken Şiiler memnun kaldılar. Teşekkür mektubu yazdılar.
Muhammed bin Ali el-Bakır: “Her kavmin bir necibi vardır. Emevilerin necibi de Ömer bin Abdül’azîz’dir” dedi.
Konuşmaları ile Muarızları İkna Etti
Sıffîn savaşından sonra ortaya çıkan hakem olayını kabul edenleri ve bunların taraftarlarını kafir ilan eden, kendi düşüncesinde olmayanları öldüren, mallarını, mülklerini yağma eden, baş belası bir teşkilat haline gelen Haricilere karşı da Ömer bin Abdül’azîz sulh yolunu tercih etti. Bir devlet başkanı olarak değil, bir meseleyi konuşan iki taraftan biri olarak onlarla konuştu.
Geniş bilgisi, üstün zekâ ve konuşma kabiliyeti, derin anlayış ve sakin tavrı ile Haricilerin hem delillerini çürüttü hem de onların saygısını kazandı.
Ömer bin Abdül’azîz zamanında Hariciler kılıçlarını kınlarına soktular, sulh içinde yaşadılar.
Ömer bin Abdül’azîz, siyasi suçlardan dolayı hiç kimseyi cezalandırmadı. Onların konuşmalarından ve hareketlerinden faydalı olanları aldı, uyguladı. Kabilelere karşı tarafsız davrandı, aralarındaki meseleleri adâletle halletti.
Kabile çekişmelerine engel oldu, kavgalarına izin vermedi. Fitne ve fesat ehline imkân ve fırsat vermedi. Onların fitne ve fesat ateşlerini söndürdü.
Ömer bin Abdül’azîz bütün bunları yaparken aklını, zekâsını kullandı, Kur’an’a ve sünnete uydu. Adâletten ayrılmadı, sözünün eri olduğunu gösterdi. Müslüman idarecilere büyük dedesi Hz. Ömer (ra) gibi canlı bir örnek oldu.

İslâm’a Davet Çalışmaları
Daha önceki idareciler, vergi toplarlar, insanların can ve mallarının emniyetini sağlamayı taahhüt ederlerdi. Fakat yaptıkları zulümlerle de insanları canlarından bezdirirlerdi. İnsanları İslâm’a davet işi ile meşgul olmazlar, onları dini yönden aydınlatmaya çalışmazlardı. Bu vazifeyi kendi işleri bilmezler,
âlimlerin işleri derlerdi
Ömer bin Abdül’azîz, idare ile irşadı, siyasetle Hakk’a daveti birleştirdi. Adâletin kemali ile uygulanmasını istedi. Âlimleri, valileri, kumandanları, devlet memurlarını, bilgisi olan herkesi bu vazife ile mükellef tuttu.
Adâletle insanların hakkı korunuyor, herkese eşit muamele yapılıyor, irşatla bilgisizlik gideriliyor, gerçek hak bilgisi veriliyordu. Davetlerde küfürde olanlar imana, kötülükte olanlar iyiliğe çağırılıyordu.
Ömer bin Abdül’azîz’in devlet çapında irşat ve davet vazifesi hem Kur’an’a ve sünnete uymanın gereği idi, hem de ülkenin içerisinde bulunduğu şartların bir zarureti idi. Çünkü: Sınırlar, doğuda Çin’e, batıda Atlas okyanusuna dayanmıştı. İstanbul kuşatma altında idi. Fetihler yapılmış, ülkeler alınmıştı, ama halklar kendi hallerine bırakılmıştı, üstelik de merkezi idare tarafından horlanıyorlardı. İnsanlar patlamaya hazır bir barut fıçısı halinde idi.
Ömer bin Abdül’azîz büyük fetihleri durdurdu. İstanbul kuşatmasını kaldırdı.
Egemenlik altına alınan kabile ve milletlerin Müslüman olmaları için geniş irşat ve davet çalışmaları başlattı. Ordu kumandanlarına ve valilere bu çalışmaların düzenli bir şekilde yürütülmesi için vazifeler verdi. Müslüman olanlardan cizye vergisini hemen kaldırdı, “Mevâli” uygulamasına son verdi. Arap olan, olmayan bütün Müslümanların aynı, eşit haklara sahip olduğunu ilan etti. Uygulaması da titizlikle yapıldı.
Kabileler ve milletler Ömer bin Abdül’azîz’in uygulamalarından son derece memnun kaldılar, kitleler halinde Müslüman oldular. Köyler, kentler ve beldeler Müslümanlaştı,
İslâm’a Davet Mektupları
Ömer bin Abdül’azîz, Hint krallarına, Maveraünnehir beyliklerine İslâm’a davet mektupları gönderdi. Onlardan bir kısmı halkları ile birlikte Müslüman oldular.
Kuzey Afrika fethedilmişti. Ama halkın çoğu müslüman olmamıştı. Ömer bin Abdül’azîz, Kuzey Afrika’ya adâlet gösterdi, davetçiler gönderdi. Davetçi vali İsmail bin Abdullah bin Ebi Muhacir’in öncülüğünde yapılan çalışmalarla Kuzey Afrika halkı olan Berberilerin çoğunluğu Müslüman oldu. Kuzey Afrika da çoğunlukla Müslümanlara geçti.
İç barış sağlanmıştı. İç savaşlarda harcanan servet hazinede kalmıştı. Ticaret serbest bırakılmıştı. Alış veriş artmıştı. Ömer bin Abdül’azîz’in getirmiş olduğu yeni toprak sistemi ile tarlalar sürülüyor, mahsuller kaldırılıyordu. İsraf, devlet çapında ve halk arasında asgariye indirilmişti, çoğu yerde de önlenmişti.
Sosyal Güvence
Sakatlar, hastalar, dul ve yetimler, çalışamayacak durumda olanlar dinine, diline, rengine, sosyal durumuna bakılmaksızın devlet güvencesi altına alınmıştı. Bütün ihtiyaçları “Beytülmal”den karşılanıyordu. Ömer bin Abdül’azîz, darda kalıp borçlananların borcunu ödüyor, evlenme
gücü olmayanların evlenme masraflarını da karşılıyordu. Zenginler zekât verecek fakir bulamıyorlardı. Zekât paraları ile köleler satın alınıp hürriyetlerine kavuşturuluyordu.
Bugün bize hayal gibi görünen bu güzellikler, Ömer bin Abdülazîz zamanında sergileniyordu. Neden? Niçin?, çünkü; Kur’an’a ve sünnete bağlı bir idare ile teb’asını yönetiyordu…
Adaleti tam uygulama ve israftan sakınma, huzur ve emniyet. İşte o güzellikleri sağlayan esaslar…
Ömer bin Abdül’azîz, haksızlıkları önlemek için devletin idaresi altında olan her yerde ölçü ve tartıların aynı olmasını emretti ve bunun tatbikine başlandı.
Kendi Kendine Yeterlilik
Toplanan vergilerin, hangi eyaletten toplanmışsa o eyaletin ihtiyaçlarına harcanmasını emretti. Merkeze gelirlerin harcanması konusunda bağlılığı kaldırdı. Her eyalette “Kendi kendine yeterlilik” hakkı tanındı. Geliri giderini karşılamayan eyaletlere merkezden yardım edilmesi kararını aldı.
Horasan haraç görevlisi Ukbe bin Zera et-Taiye’ye gönderdiği mektupta şöyle diyor: “Eğer haraç geliri halkın giderini karşılarsa iyi. Yoksa bana yaz ki,maaşları dağıtasın diye sana mal göndereyim.”
Ukbe sayım yaparak, haraç gelirinin giderlerden fazla olduğunu belirleyip durumu Ömer’e iletiyordu. Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz; “Fazlalığı ihtiyaç sahiplerine dağıt” diye emrediyordu.
Ömer, bir valisine borçluların borcunu ödemesini emrediyordu.
Vali ise, “Adamın evi, hizmetçisi, atı ve ev eşyası varsa…” diye cevap verince Ömer bin Abdülaziz: “Başını koyacağı evi, işini yapacak hizmetçi, üstünde düşmanla savaşacak at ve ev eşyası Müslüman’ın gerekli ihtiyaçlarıdır. Bu varlığına rağmen borçlu olabilir. İmkan nispetinde o’nun borcunu öde”diyordu.
Kufe valisine yazdığı mektupta da şöyle diyor: “Bana gönderdiğin mektupla, asker maaşı verildikten sonra arta kalan maldan söz ediyorsun. Bu arta kalan malı, haram yere borçlanmamış kimselerin borcuna harca veya onunla mali gücü olmayan kimseleri evlendir.”
Ömer bin Abdül’azÎz, borçlu iken ölenlerin de borçlarının ödenmesi için valilere emirler veriyordu. Bunun için de “Beytülmal”de “Borçlu Yardımlaşma Fonu” kurmuştu.
Ömer bin Abdül’azîz, alacaklıların haklarını da güvence altına almıştı. Borçlarını ödemeyenlerin borçlarını ödüyordu. Devletin ve milletin malından bir kuruşun gereksiz yere harcanmasını da önlemişti. Başta valiler ve kumandanlar olmak üzere bütün vazifelilere hazineden yapılan harcamalarında çok dikkatli ve titiz olmalarını emrediyor, emrine uyulup uyulmadığını da
kontrol ediyordu.
Ömer bin Abdül’azîz ve o’nun idarecileri şahıslara karşı cimri, halka karşı cömert idiler.
Ömer bin Abdül’azîz, kendisinden önceki halifeden aydınlatma vasıtası, kağıt ve kırtasiye isteyen Medine valisine yazdığı mektupta şunları yazıyor:
“Benden önce Müslümanların emiri olan halife Süleyman’a yazdığın mektubu okudum. Mektupta, Medine valilerine tahsis edilen aydınlatma vasıtalarının verilmediğini hatırlatıyorsun. Ne demek istediğini gayet iyi anladım.
Hayatıma yemin ederim ki, ey Ümmü Hazm’in oğlu, sen karanlık ve yağmurlu bir gecede ışıksız olarak evinden çıkacaksın. Hayatıma yemin olsun ki, işte o gün senin bugününden çok daha hayırlı ve devamlı olacaktır. Ailenin temin ettiği aydınlatma aletleri sana yeter.”

Kâğıt ve kırtasiye isteğine de şöyle cevap verir: “… Kalemi kâğıdı bırak da
bütün yazılanları topla ve bir çok ihtiyaçları tek bir kâğıda cem et. Zira
Müslümanların, kendi hazinelerine zarar verecek fazla söze ihtiyaçları
yoktur. Vesselam…”

Her İşin Hesabını Yapıyordu
Ömer bin Abdül’azîz, yaptığı her işin, attığı her adımın hem dünya yönün den, hem ahiret yönünden hesabını yapıyor, tedbirini alarak çalışmalarını yürütüyordu. İmadüddin Halil bu konuda şunları yazar:
“…Devlet başkanı olarak, ümmetin sorumlusu olarak attığı hiçbir adım
yoktur ki, hesabı yapılmamış olsun.

Uygulamaya azmettiği hiçbir siyaseti yoktur ki, O’nun hazırlık ve planlamasını yapmış olmasın.
O, zeki ve keskin bakışlı bir raşid halife gibi hiç şüphesiz biliyordur ki, tedbirsiz atılan her adım, devletin çıkarlarını zedeleyecek ve hatta devletin
varlığını tehlikeye düşürecekti.
Gerçekten tüm tehlikelere karşı koymak için de, devletin varlığını, sürekliliğini, gelişimini, ümmet ve insanlığa karşı görev yapabilirliğini sağlayacak, pratik bir programın uygulanması gerektiğini biliyordu.
O, Raşid bir halife olarak, ümmet ve idarecilerini uyulması gerekli esaslarla yönetiyordu.”

Ömer bin Abdülaziz’in bir konuşmasını buraya alıyoruz. Bu konuşma her şeyi açık açık anlatıyor. Hayata, devlete ve bütün varlıklara Kur’an ve sünnet penceresinden bakan, bakmakla kalmayıp hayata tatbik eden Ömer bin Abdül’azîz’i en güzel şekilde anlatmaktadır:

“Ey insanlar!
Siz boşuna yaratılmadınız. Başıboş da bırakılmadınız.

Bir “durak gününüz” var ki, sizi beklemektedir.
Yüce Allah, sizi yargılamak ve aranızda hâkimlik

yapmak üzere o yere toplayacaktır.
İşte o gün her şeyi kuşatan ilahî rahmetten nasip alamayanlar

zarara uğrayacak, yer ve gökler arası kadar geniş olan
cennetten mahrum kalacaklardır.
Dikkat ediniz ve biliniz ki, yarın, Allah’tan sakınıp korkan,

geçiciyi sonsuza ve azı çoğa değiştiren kimselere eman verilecektir.
Görmüyor musunuz ki, sizler ölenlerin kalıntısısınız. Sizden
sonra da başkaları gelecektir.
Yüce Allah’a dönünceye değin bu böyle sürüp gidecektir.
Siz, her gün Allah’a gidip durmaktasınız. Devrini tamamlayan
ve ecelini bitiren kimse, bir toprak çukura konulacaktır. Siz geride

kalanlar O’nu çağırıp duruyorsunuz, ama o dostlarından
ayrılmış, dünyevi sebeplerden uzaklaşmış ve nihayet toprağı
mekân edinerek “Hesap Günü”ne yönelmiştir. O artık ameliyle
baş başadır.
Önündeki şeylerin fakiri ve geride bıraktıklarının zenginidir.
Öyleyse ölüm gelmeden Allah’tan korkunuz.
Allah’a yemin ederim ki, bu konuşmayı yaptığım halde, hiç
birinizin günahını, kendi günahlarımdan çok görmüyorum.
Allah’a tevbe ve istiğfar ediyorum.
İçinizden hiç kimse yoktur ki, yanıma geldiği halde gücüm
oranında ihtiyacını karşılamış olmayayım.
Gene içinizden hiçbir kimse yoktur ki, yanımızda bulunduğu sürece

arzusunu karşılamayı ve onunla eşit şartlarda yaşamayı istemeyeyim.
Allah’a yemin ederim ki, eğer ben başka türlü bir yaşam ve nimet

istemiş olsaydım, dilim kısa olurdu. Çünkü başka türlü bir
yaşam sürdürseydim böyle konuşamazdım. Çünkü aramızda,
Allah’ın emir ve yasaklarını bildiren canlı bir kitap ve adil bir
sünnet vardır.

Scroll to Top