Son Yolculuk
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri Emirdağı’nda dokuz gün kaldıktan sonra 20 Ocak 1960 gecesi Isparta’ya geldi. Evine kapandı. 55 gün Isparta’daki evinden hiç çıkmadı.
26 Şubat 1960 günü Ramazan ayı başlamıştı. Hasta olmasına rağmen Ramazan’ın on beş gününde teravih namalarını talebeleri ile birlikte kıldı. 17 Mart 1960 günü hasta hasta Isparta’dan Emirdağı’na döndü.
18 Mart günü hastalığı daha da arttı. Talebesi Dr. Tahir Barçın muayene etti. İğne yaptı, serum taktı. Hastalığı ağırdı, ağır zatürre idi.
İğne ve serum üzerine biraz iyileşti. Emirdağlı talebelerini çağırdı, onlarla helalleşti. Onlara Allah’a ısmarladık dedi. Her aurılışında “İnşallah gelir görüşürüz” derdi. Bu sefer bu sözü söylemedi. Çok mahzundu. Bu mahzunluk talebelerine de sirayet etti. Tam bir ayrılık hüznü vardı.
19 Mart 1960 Cumartesi günü tekrar Iaparta’ya geldi. Arabadan inmeye mecali yoktu. Talebelerinin kolları arasında indi ve evine girdi.
Yatağına uzandı. Ateşler içinde idi. Dalıp dalıp gidiyordu. Talebeleri başında nöbet tutuyordu. Farzları zor kılabiliyordu. Sudan başka bir şey almıyordu.
O günün gecesi, Ramazan ayının yirmi birinci gününün gecesi idi, saat iki- iki buçu, yanında Bayram Yüksel ve Zübeyr var. Gözlerini açar “gideceğiz” der.
Bayram Yükel evet, üstadım “nereye gidecğiz?” der.
“Urfa’ya gideceğiz” cevabını alır.
Zübeyr, üstadın ateşi yüksek, ihtimal baygınlık halinde böyle söylüyor, diye düşünür.
Bediüzzaman hazretleri emri sıksık tekrar eder. Nöbeti Tahiri ile Hüsnü alır, Üstad onlara da “hazırlanın Urfa’ya gideceğiz” der.
Hüsnü, “lastikler arızalı” der.
“Başka bir araba da olabilir, iki yüz lira da olsa vereceğiz.” Der.
İşin ciddi olduğunu anlarlar. Gün Pazar. Her taraf kapalı. Kendi imkanları ile arabnın bakımını yaparlar.
Urfa’ya gidilecek ama nasıl gidilecek? Yol uzun. Üstad ağır hasta. Yol meşakkatine dayanabilecek mi, üstadın Emirdağı ve Isparta merkezi dışına çıkması yasak. Polis engellerini nasıl aşacaklar? Mart ayı. Hava soğuk ve kış, yolculuk nasıl olacak? Arabanın bakımını yaparken bunları düünüyorlar. Ama üstadları “gideceğiz” dedi, gidecekler.
Üstad yanında bulunan Tahiri Mutlu’ya “Sen de git yardım et” der.
Tahiri Mutlu: “Kardeşim, üstad çok acele ediyor çabuk olun, ben de bir şeylere yardım edeyim.” Der.
Hazrlıklar tamam. Araba hazır. Üstadı da hazırlarlar. Ama kapıda nöbet tutan polisler var. Onları nasıl geçecekler?
Yağmur yağmaya başlar, polisler yağmurdan korunmak için kapıdan çekilirler. Arabanın arkasına yatak korlar. Bediüzzaman hazretlerini yatağa yatırırlar, hareket ederler. Tahiri evde kalacak, polislere kapıyı açmayacak. Polisler sorduğu zaman da nereye gittiğini söylemeyecektir.
20 Mart 1960 Pazar günü saat 9’da direksiyonda Hüsnü yanında Bayaram ve Zübeyr olmak üzere Urfa yolculuğuna, dönüşü olmayan yolculuğa başlarlar.
Bediüzzaman hasta, ağır hasta Bediüzzaman Urfa yolunda. Urfa Bediüzzaman’ın özel önem verdiği bir şehir, peygamberler şehri. Güney Anadolu’da Risâle-i Nur’in en yaygın olduğu bir şehir. Bediüzzaman hazretleri Urfa’ya bir an önce kavuşmak ister. Urfa’ya niçin gidiyor, bir an önce niçin Urfa’ya kavuşmak istiyor? Bunu zaman gösterecektir.
Üstadın kapısının önünde nöbet bekleyen polisler yağmur durunca nöbet mahalline dönerler, üstadın arabasını yerinde göremeyince telaşa kapılırlar. Evin kapısını çalarlar, cevap alamazlar, ev sahibi hanımdan sorarlar, bir şey öğrenemeler. Üstlerine haber verirler.
Emniyet üstadın Isparta’dan ayrıldığını, Emirdağı’na gitmediğini tepit eder. Polis telsizleri çalışır. Üstdın bütün Türkiye’de aranmasını, bulunduğu takdirde Isparta’ya geri gönderilmesini emreder. Üstadın Ankara veya İstanbul’a gittiği tahmin edilir. Daha çok Ankara ve İstanbul yollarında aranır.
Üstadın arabası içindekilerin endişelenmelerine rağmen şehir ve kasabalardan, karakolların ve polislerin önünden geçer, yoluna devam eder. Hiç kimse ne fark eder, ne de kimsiniz, nereye gidiyorsunuz? Diye soran olur. Yol boyunca üstad namazını arabada baen de dışarda kılar, zaman zaman durumunda iyileşme görülür.
Yirmi beş saat süren bir yolculuktan sonra, 21 Mart 1960 Pazartesi günü Urfa’ya ulaşırlar, İpek Palas oteline yerleşirler. Üstad menzili maksuduna, Urfa’sına kavuşur.
Ölmeye Geldim
Urfalılar, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin geldiğini duyunca akın akın ziyaretinde bulunulur. Üstad hasta olmasına rağmen hiçbir ziyaretçiyi geri çevirmez. Halbuki Isparta ve Emirdağı’nda hasta olduğu zaman ziyaretçi kabul etmedi.
Emniyet Bediüzzaman’ın Urfa’ya gelişinden haberdar olur. İki sivil polis otele gelir. Bayram Yüksel’e “arabanın şöförü nerede? Hazırlanın gideceksiniz.” Derler.
Bayram Yükel Üstadımız çok hasta derken, on bir tane resmi ve sivil polis daha gelir. “Çabuk hazırlanın, hemen Isparta’ya döneceksiniz.” Emrini bildirirler.
Bayram Yüksel: “Ben durumu Üsatadımıza bildireyim” der, bildirir.
Bediüzzaman hazretleri polisleri yanına çağırır. Polisler ona: İçişleri Bakanı’nın kesin emri olduğunu, Isparta’ya mutlaka dönülmesinin gerekli olduğunu söylerler.
Bediüzzaman hazretleri: “Acaib! Ben buraya ölmeye geldim. Belki de öleceğim siz benim halimi görüyorsunuz. Beni müdafaa edin” der.
Polisler ise, “biz emir kuluyu, bir şey yapamayız” cevabını verirler.
Ölüm
Ölüm, vakti saati bilinmeyen şey. İnsanı n mesut anında, veya en çok çalışması gerekli olduğu zamanda, gençlik çağında veya en kuvvetli olduğu zamanda ansızın yakalayıverir.
Baen de insanhastalığın pençesinde inim inim inler, ihtiyarlığın verdiği zavallılık, takatsizlik içinde bocalayıp dururken, bela ve müsibetler içinde çekilmez acılar karşısında arzu edildiği halde ölüm gelmez.
İnsan nerede, nasıl ve ne zaman öleceğini bilemez, öyleyse insan ölüme hazırlanmalıdır. İbadetlerini yapmalı, helale sarılmalı, haramdan sakınmalı, Allah’ın emirlerine uyarak yasaklarından kaçınmalı sağlam müslüman olmalıdır.
Ölümün ne zaman, nerede olacağını kimse bilemez ama, Allah dilerse sevgili kullarına ölüm yerini de ölüm anını da bildirir.
Bediüzzaman hazretleri bu bilgiye ermiş ki, Urfa’ya gideceğiz diye çok acele etti. Şimdi Urfa’da, ama onu Isparta’ya geri göndermek istiyorlar. Acaba dünya güçleri ölümü yenip, onu Iparta’ya geri gönderebilecekler mi?
Halk, polisin zorla onu Isparta’ya geri göndermek istediğini duyar. Otelin içinde ve etrafında toplanır, merakla bekler.
Otel sahibi Bediüzzaman hazretlerinin geri gönderilme hadisesini haber alır. Üstadın yanına koşar. Karşılaştığı bir komiserin yakasına yapışır: “Benim misfirimi zorla göndereceksini. Ne hakla! Ne yetki ile bunu böyle yapıyorsunuz” diye bağıra bağıra komiseri merdivenlerden aşağı indirir.
Otel sahibinin komisere bağırması, onu merdivenlerden indirmesi merakla hadisenin sonunu bekleyen topluluğu harekete geçirir. “Ölüm döşeğinde bulunan bir din alimi misafirimizi nasıl orla gönderirler” diye bağırıp çağırmaya başlarlar. Emniyet mensuplarını otele yaklaştırmazlar.
Durumdan Demokrat Parti İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu haberdar olur. Meseleye el kor. Bediüzzaman’a sahip çıkar.
Emniyet zor durumda kalır. Durumu Ankara’ya bildirir. Vali de Ankara’dadır.
Hadise İçişleri Bakanı ile Demokrat Parti İl Başkanı arasında bir savaşa dönüşür.
İçişleri Bakanı Namık Gedik Bediüzzaman hazretlerinin Urfa’dan Isparta’ya gönderilmesinde ısrarlı ve kararlıdır. Hatta İçişleri Bakanı Namık Gedik’in gönderecek başka bir araba yoksa Said-i Nursî’yi “çöp arabasına atın, gönderin” dediği söylenir. Namık Gedik Bediüzzaman hazretlerini çöp arabasında göndermek istemişti. Bunda başarılı olmadı. Ama 27 Mayıs 1960 hükümet darbesinde kendisini öldürüp harp okulunun penceresinden atarlar, intihar etti, derler. Çöp arabası gelir, cesedini alıp götürür.
Namık Gedik’in çöp arabası sözü halkın heycanını son haddine çıkarır. İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu, silahını çekip emniyet müdürüne, “Eğer zorla Bediüzzaman’a bir müdahale olursa ilk önce ben ölürüm” der. Adamlarını silahlandırıp otelin etrafında nöbete kor. Kendisi de geceyi evinde telefonun başında geçirir.
Kavuşma
Urfa’da ikinci gece başlamak üzeredir. Bediüzzaman hasta, hastalığı ağırlaşmaktadır. Hükümet tabibi gelir, muayene eder, ona itimad etmezler, başka bir doktor getirirler.
İki doktorun söylediği aynı: “siz ne cesaretle bu zatı bu halde getirdiniz? Adam ölmek üzere bu durumda hiçbir yere gidemez.”
Gece olmuştur. Saat iki civarı. Bediüzzaman hazretlerinin yanında Bayram Yüksel kalıyor. Üstadın ellerini ovuyor. Üstad ellerini bayramın boynuna atıp tutuyor, sonra bırakıyor, elleri ğögsüne düşüyor. O an Bediüzzaman hazretleri Rabbına kavuşuyor.
Bayram Yüksel üstadının öldüğünü bilmiyor. Uyudu zannediyor. Üstadın yüzüne bir tülbent örtüyor. Sobayı yakıyor.
Hüsnü ile Zübeyr üstadlarının yanına giderler ama içlerine bir şüphe düşmüştür. Tekrar gelirler. Sen de gel bak. Üstaddan hiç ses gelmiyor diye tekrar ederler.
Hep beraber üstadın odasına gelirler, bakarlar. Üstadda ne ses var, ne de hareket! Bir insanın ölüm anında hiçbiri görmemiştir. Yine bir şey anlayamazlar. İçlerindeki şüpheyi de gideremezler. Urfa’da bulunan elaziz vaizi Ömer Efendiyi getirirler. Ömer Efendi üstadın yüzüne bakar bakmaz: “İnnâ lillaâh! Ve innâ ileyhi Râciun, üstad ölmüş kardeşlerim” der.
Hükümet tabibi gelir, muayene eder. Nabız yok, tansiyon yok, kalp atışları yok. Fakat vücudu sımsıcak. Ben şüpheleniyorum der. Bir ayna ister. Aynayı üstadın nefesine tutar. Ayna ile nefesin olmadığını tespit eder, ölüm raporunu yazar. Üstad vefat edeli saatler olduğu halde vücudu sımsıcak, yüzü daha da nurlanmış bir durumda. Üzerinde ölüm alametlerinden bir şey yok. Sanki dipdiri!…
22 Mart 1960 gününü, 23 Mart 1960 gününe bağlayan gece, Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri bu çileli, zindanlı,sürgünlü,kahirli ve zalimli dünyadan ayrılır, adil, rahim,şefik ve gaffar olan Allah’ın ebedi yurduna göç eder.
Mahşeri Manzara
Bediüzzaman hazretlerinin vefatı ile, o gün, O’nu ne pahasına olursa olsun Urfa’dan gönderme kararında olan, bunun için gerekli hazırlıkları yapmış bulunan emniyet ve jandarma birlikleri dağılır. Bir mazlumun hayatı için bin zalimi affetme temayülünde olan O şefkatli ve merhametli insan ölümü ile de muhtemel büyük bir çatışmayı önler, örnek ve önder oluşunu bir defa daha gösterir.
Bediüzzaman hazretleri’nin ölüm telgrafı Türkiye’nin her tarafına, talebelerine duyurulur. Onun vefatını duyan Urfa ve civarındaki köy ve kentlerden insanlar akın akın Urfa’ya gelirler. Urfalılar dışardan, köy ve kentlerden gelen misafirleri evlerinde misafir ederler, yemekler yedirirler. Altlarına yataklar sererler. Urfalılar aziz misafiri Bediüzzaman hazretleri için gelenlere hizmet ederler. Urfa genci ile, ihtiyarı ile, kaını ve erkeği ile Bediüzzaman için ayakta ve hizmettedir.
Cenazenin Perşembe günü Dergah camiinde hazırlanan mezara defnedilmesine karar verilir. Bediüzzaman hazretlerinin mübarek naaşı, Dergah camii gaslhanesinde yıkanır ve kefenlenir. Naaş cenaze namazının kılınması için “Ulu Camiye” getirilir. Öğle namazından sonr mahşeri bir kalabalıkla cenzae namazı kılınır, tekbir sesleri arasında Dergah camiinde hazırlanan mezarına defnedilir.
Üstadın cenaze namazında bulunmuş olan ve üstad hakkında üç ciltlik bir kitap hazırlayan Urfalı talebesi Abdülkadir Badıllı cenaze namazı ve defnedilmesi hakkında kitabının üçüncü cildi, 1759. Sayfasında şunları yazar:
“24 Mart 1960 Perşembe günü Urfa Ulu Camiinde öğle namazından üstadın cenaze namazı görülmemiş bir kalabalık insan kitlesi tarafından kılındıktan sonra; Dergahta hazırlanan mezarına defnedilmek üzere mübarek naaşı omuzlara alındı. Askeri birlikler ve bir çok komşu vilayetlerden getirtilen polis ve jandarma tarafından yolu açmak ve selametle götürüp defnetmek için uğraşmalarına rağmen beş dakikalık bir msafede olan yolu ancak bir buçu iki saatlik bir zamanda Ulu Camiiden Dergah’a ulaşabildi.
Yüzlerce şahidin ihbarı ve şehadeti ile, o gün Urfa’da esnaf ve bütün herkes dükkanlarını kapadı. Herkes cenaze namazına iştirak etti. Urfa valisi Şerafeddin Atak ve Garnizon kumandanı da stadın cenaze namazına iştirak ettiler. Hatta valinin kendini tutamayarak gözyaşlarını akıttığını görenler var. Türkiye’nin bütün foto muhabirleri de o gün Urfa’da mevcuttu.
Üstadın mübarek tabutu omuzlar üzerinde değil adeta parmak uçları üzerinde gidiyormuş. Denizin üstünde boş bir kayık gibi gâh geri gelir, gâh yana doğru gider, gâh ileri gidiyormuş. Herkes hiç olmazsa bir parmağımı tabuta değdireyim diye var gücü ile uğraşmaktaymı. Tabut adeta kendi kendine hareket ediyor gibi o tarafa bu trafa dalgalanıp gidiyormuş. Tekbir sadaları, ilahiler, zikirler, cezbe ile cuş-u huruşlar birbirine katılıyormuş
Bir buçuk iki saat adar mübarek tabut parmaklar üzerinde dolaştıktan sonra, askeriyenin de yardımıyla zor bela Dergâh’a nihayet ulaştı, mübarek kabrine indirildi.
Dergah-ı İbrahim Halilullah’daki mübarek menzilinde Rabbine teslim edildi.”
Kabir
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri, tekbir sesleri arasında Dergahtaki kabrine konur, üzerinde çok sevdiği, uğruna ömrünü verdiği, zindanlara girdiği, süegünlere gönderildiği Kur’an-ı Kerim okunur.
Kabir nedir? Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri kabir için ne demiştir? O kabir için şöyle diyor:
“Evet, kabir var, hiç kime inkar edemez.
Herkes ister istemez oraya girecek.
Kabir, iman ehli için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
Ahiretin ilk durağı olan kabir, münmin için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır.
İnanan insana iman nuru gösterir ki: Mevt (ölüm) idam değil, tebdil-i mekandır (yer değiştirmektir).
Kabir ise, zulümatlı (karanlık) bir kuyu ağzı değil, nuraniyetle alemlerin kapısıdır.
Dünya ise, bütün şaşasıyla ahirete nispeten bir zindan hükmündedir.
Elbette dünya zindanından bennet bahçelerine çıkmak, maddi hayatın usandıran ızdıraplarından rahat aleme, ruhların meydanına geçmek ve mahlukatın sıkıntılarından sıyrılıp Rahman’ın huzuruna gitmek bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
Evet, iman gözlüğü ile bakıldığı zaman, kabirler, mezarlar, nuranî bir aleme girmek için kazılan yer altı tünelleri şeklinde telakki edilecektir.
Kabir, ahiret alemine açılmış bir kapıdır. Arka yönü rahmet, ön yönü ise azaptır.
Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar.
Hem, bir mabud-u lemyezelin, bir mahbub-u lâyezalin (Allah’ın) dâire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgah-ı ebedisi olan cennete çağrılıyorsunuz. Öyleyse kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek girelim.
Zaten ölüm gelse, bir ruhu alır. Hakiki kardeşlik ruhu sırrı ile rıza-yı ilahi yolunda, âhirete meteallik işlerde, kardeşlerimiz sayısınca ruhlarımız olduğundan birimiz ölsek, “Diğer ruhlarımız sağlam kalsınlar, zira o ruhlar her vakit sevapları bana kaandırmakla manevi bir hayatı ettiklerinden ben ölmüyorum” diyerel “ölümü gülerek karşılarız ve ruhlar vasıtası ile sevap cihetinden yaşıyorum, yalnız günah cihetinden ölüyorum” der ve rahat yaşarız inşallah.
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri eserleri, yetiştirdiği talebeleri, talebelerinin yetiştirdiği talebelerle onbinler, yüz binler,belki de milyonlar hakiki kardeşlere sahip olmakla, onların duaları ve fatihalarıyla, her an yeni sevaplar kazanıyor, manen yaşıyor. Ne büyük bir bahtiyarlıktır!…
Terekesi
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin Urfa’da akrabası yoktur. Akraba olarak sadece Konya’da kardeşi Abdülmecid Efendi vardır. Otele tereke hakimi gelir. Bediüzzaman hazretlerinin dünnyalığının, yani mal varlığını tespit eder. Tereke hakiminin tespit ettiği mal varlığı şunlardır:
Ayağına giydiği bir çift marka cizlavet lastik.
Bir sepet ve içinde dört adet sefer tası içi.
Bir adet çinko tencere.
Bir adet küçük çaydanlık.
Bir adet ayaklı bardak, iki adet ayaksız bardak.
Bir çarşaf, bir gömlek, pamuklu bir hırka.
Eski bir gömlek, eski bir çarşaf, eski bir mendil, eski bir bohça. Kırık bir gözlük, bir dua kitabı, eski yazı takvim, iki kalem, on beş lira bozuk para.
Bediüzzaman hazretlerinin dünyadaki mal varlığı bunlardır. Bunları her gittiği yere götürür. İhtiyaçlarını bunlarla karşılardı. Abdest aldığı ibriği bunlar arasında yoktur. Muhtemeldir ki o Isparta’da kalmıştır.
Hakimin tespit ettiği merhum Bediüzzaman’ın mal varlığı Konya’da bulunan Kanunî varisi olan Abdülmecid Efendi’ye gönderilir.
Kitapaları
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri başta: Sözler, Lemalar, Mktubat, Şualar, Mesnev-i Nuriye, İcaz’ül Kur’an, Lahikalar, Asa-yı Musa, Zülfikar olamk üere bütün eserlerini kendi malı kabul etmemiş, Risâle-i Nur’un bir meyvesi olarak cemaate vakfetmiştir.
Eserleri yani kitapları hiçbir şahsın değildir. Risâle-i Nurun bir meyvesi olarak cemaate vakfetmiştir.
Risâle-i Nur cemaatinin tamamınındır. Ancak cemaat adına basılır, cemaat adına satılır. Geliri de yine cemaat adına Risâle-i Nurların yayılması için harcanır. Şahıslara gelir kaynağı olamaz.
27 Mayıs 1960 İsmet İnönü v etaifesinin kışkırtmaları 27 Mayıs 1960 hükümet darbesiyle sona erer. Yapılan askeri hükümet darbesiyle, Demokrat Parti ileri gelenleri, mahalli idareciler içeri yani zindana alınırlar. Mahalli idarecilerden halk partisi zihniyetine sahip olanlar içeri alınmadıkları gibi yeni yetkilerle donatılırlar, halk partisi zihniyetinde olmayanların tespiti ve tevkifi ile görevlendirilirler.
Memleketin ileri gelen alimleri, dini hizmet erbabı, cemaat ileri gelenleri ve tabii olarak Risâle-i Nur talebeleri olarak bilinen ve jurnal edilenler de içeri alınırlar.
Memleketin muhtelif yerlerinde ve askeri kışlalarda bunlar için toplama kampları meydana getirirler. Kamplara alınanlar durumlarına göre envai çeşit işkencelere tabi tutulurlar. 27 Mayıs 1960 hükümet darbesiyle 1950 öncesi karanlık devrin karanlık, kanunsuz, keyfi zulümleri tekrar ortaya çıkar.
Kamplarda toplanan memleket evlatları aylar ve yıllar sonra mahkeme karakları ile beraat edince evlerine dönebilirler.
Demokrat parti ileri gelenleri için Yassıada mahkemeleri kurulur. İşkenceleri, idamları, kanunsuz hareketleri ile Yassıada mahkemeleri tarihe kara bir leke olarak geçer. Başvekil Adnan Menderes Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilir. Diğerleri müebbet hapse kadar varan ağır hapis cezalarına çarptırlır.
27 Mayıs 1960 hükümet darbesini yapanların zulmünden Bediüzzaman hazretlerinin kabri de kurtulamaz.
Bilinmeyen Bir Yere
Bir gee 12 Temmuz 1960 gecesi Urfa’da polisler ve bekçiler karakollarına hapsedilir. Şehrin belli başlı noktalarına tanklar ve zırhlı araçlar yerleştirilir. Askeri birlikler köşebaşlarını tutar, halkın şehir içinde dolaşmasına müsaade edilme. Dergah camiinin etrafı kordon altına alınır.
Urfa Demokrat Parti İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu tarafından yaptırılan kabrin mermerleri askerler tarafından kırılır, Bediüzzaman haretlerinin naaşı çıkarılır, yeni bir tabuta konur. Askeri bir uçakla Afyon’a götürülür. Oradan da askeri araçlarla sıkı koruma altında Isparta civarında bir yere, bilinmeyen bir yere götürülür, geceleyin defnedilir.
Urf’dan Afyon’a, Afyon’dan bilinmeyen bir yere defnedilmesinde merhumun kardeşi Abdülmecid de mecbur tutulur. Hatt elinden nakil işleminin yapılmasını isteyen bir dilekçe de alınır.
On yıl memlekete hizmet vermiş olan bir partiyi bir gecede yok edenler, Bediüzzaman hazretlerinin mearını da bir gece hırsızlığı ile bilinmeyen bir yere götürmekle akıl hocaları İsmet İnönü’yü mutlaka memnun etmişlerdir.
Merhum Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri ne demişti?
“Dostlar ruhuma uzaktan fatiha okusunlar.
Manevi dua ve iyaret etsinler.
Kabrimin yanına gelmesinler.
Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.”
Şimdi O’nun mezarı bilinmiyor ama her gün on binler, yüz binler ruhuna fatihalar göndriyorlar.
Fatihalar, merhumun ruhuna ulaşıyor, merhumun ruhu şad oluyor. Onun düşmanları anılmıyorlar bile, anıldıkları zaman da ruhlarına daha azap verici şeyler gönderiliyor. Ne büyük bir bedbahtlıktır.
“Ne mutlu şeriat ehli olup müslümanca yaşayanlara.”
Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri bu mutlu ve bahtiyar müslümanlardandı…
Allah’tan niyazımız! Bizlerin gelecek nesillerimizin ve bütün ehli iman , ehli şeriat olanların da öyle olmalarıdır…
Allah’ım! Bizi yolundan, Peygamber’in sünnetinden ayırma.
Bizi kafilere, zalimlere yoldaş eyleme.
Bize senin yolunda çalışma gayreti nasip eyle. (Amin!)