Risâle-i Nurlar Basılıyor

Risâle-i Nurlar Basılıyor

Risâle-i Nurlar, Kur’an harfleri ile elle yazılıyor ve elle çoğaltılıyordu. Risale-i Nur talebeleri çoğalmıştı. Bunlara elle risale yazarak yazarak yetiştirmek çoğu zaman mümkün olmuyordu.

Kur’an harfleri ile okuyup yazmayı bilmeyen bir nesil de yetişmişti. Bunlar çoğunlukla üniversite talebesi idi, ve Risâle-i Nurların latin harfleri ile basılmasını istiyorlardı.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri de Risâle-i Nur eserlerinin latin harfleri ile basılmasını, basım işininde Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yapılmasını arzu ediyordu. Çünkü Başkanlık, Risâle-i Nur eserlerini mahkemelerin istekleri neticesinde bütünü ile incelemiş “imanî ve îlmî eserler” diye raporlar vermişti.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri eserlerin Diyanetçe basımı için de Diyanet İşlerine iki takım Risâle-i Nur eserleri vermişti. Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri basım işini takiple de Risale-i Nur talebesi ve Isparta milletvekili Dr. Tahsin Tola’yı görevlendirmişti.

Tahsin Tola konu ile iligili şunları anlatır:”Üstat Hazretleriyle Nurların resmi neşri mevzuunda konuşup müsaade aldıktan sonra Ankara’ya gittim. Yanıma iki mebus arkadaş daha alarak, başvekil Adnan Menderes’le görüştük. Menderes’e, Risâle-i Nurların neşriyle dahilde ve hariçte temin edeceği iki büyük fayda ve neticeyi anlattık. Bunlardan birisi: Dahildeki anarşi tehlikesinin durdurulması… İkincisi: İslam aleminin Türk milletine karşı eski uhuvvet (kardeşlik) ve muhabbetinin iade edilmedi hizmeti.

Adnan Menderes bizi son derece samimiyetle dinledikten sonra hiç itiraz etmeden bana dedi ki: “Pek âlâ bu işte seni vazifelendiriyorum. Diyanet reisi ile görüşün derhal eserler basılsın!…”

Diyanet reisi Eyyub Sabri Hayırlıoğluna gittim. Bu mevzuda görüşerek, Adnan Bey’in arzularını anlattım.

Reis:”Tahsin Bey, ben size itimad ediyorum. Fakat benim de meselenin detayları için Adnan Beyle bizzat bir görüşmem icab eder.” Dedi.

Bu görüşmemizin üzerinden bir müddet geçti. Ben bir ara tekrar diyanet reisine gittim. Meselenin neticesini sordum. Reis, bu defa şunları söyledi:

Adnan Beyle görüşmem mümkün olmadı. Bu kıyafetle hergün gidip kapısında görüşmek için beklemem uygun olmuyor. Adnan Bey boş kalmıyor. Onunla görüşemeyince müsteşar A. Salih Korurla görüştüm. Başvekille görüşme mevzuunu anlattım. Müsteşar bana:

“Ne yapıyorsun hocam, bu eserlerin neşredilmemesine bir tek sebep olarak “Said-i Kürdinin ism kafi değil mi? dedi.”

Bunun üzerine ben Isparta’ya döndüm ve hazreti Üstada durumu arzettim. Üstat hazretleri: Öyleyse Risâle-i Nurları si neşredin, onlara nasip olmadı, her ne hal ise…” dedi.

Ben de hemen Ankara’ya döndüm. Evvela kağıdı temin etmeye çalıştım. Kağıt sıkıntısı çok iken bize kolaylıklar gösterildi. Ankara’da arkadaşlarla birlikte resmen neşir işine başladık. Hukuk talebelerinden Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Salih Özcan ve vaiz Said Özdemirle birlikte harekete geçtik.”

Risâle-i Nurları yayınlamakla vazifeli olanlar ufak bir sermaye toplarlar ve basım işine başlarlar, Risâle-i Nur talebelerine hitabende bir mektup yayınlarlar. Mektupta şöyle derler:

“Sözler mecmuası muayyen miktarda ve ancak alıcılar sayısınca yeni yazı ile basılacağından arzu edenlerin tahmini hediyesi olan on beş lirayı talip olanlardan toplayıp, en geç yirmi gün içinde hazıl olan yekünü aşağıdaki adrese göndemenizi rica ederiz.”

Adres olarak Said Özdemir hocamızın adresi verilir. Abone daveti ilgi ile karşılanır, 1956 yılı içinde sözler, Asa-yı Musa ve Mektubat kitapları basılır.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri kitapların basımına çok sevinir, basılan ilk kitabın nüshasını da parasını vererek alır. Kitapların basımı yurt içinde ve yurt dışında sevinçle karşılanır. Pakistan talebe cemiyeti Risâle-i Nurların basımı dolayısı ile Başbakan Adnan Menderes’e tebrik telgrafı çeker.

Basılan Risâle-i Nur eserlerinin geliri ile diğer Risâle-i Nur eserleri basılır. Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri bütün eserlerinin basıldığını görme bahtiyarlıpına erer. Bütün eserleri aslı ile karşılaştırarak tashih eder.

O zaman Risâle-i Nur eserleri Allah için basılır, Allah için dağıtımı ve satımı yapılır, bu işte çalışanlar hizmet etmenin sevabından başka bir şey göetmezlerdi…

Gençlik Rehberi Davası

1951 yılı başlarında bir grup üniverite öğrencisi Bediüzzaman Said-i Nursî’nin “Gençlik Rehberi” adlı eseri matbaada bastırır ve dağıtır.

Eserin bir nüshasını ele geçiren İstanbul savcılığı, eser hakkında ağır ceza mahkemesinde dava açar.

Mahkeme, Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin mahkemede hazır bulunmasını ister.

Bediüzzaman Said-i Nursî Emirdağı’nda hastadır, mahkemeye gidecek takati yoktur, sağlık kuruluna dilekçe ile başvurur ve hastalıklarını şöyle belirtir:

Hem maddi, hem manevi, hem sinir, hem kalp, hem nezleli baş hastalıklarım, hem kulunç ve sancı…”

Yaş sekseni geçmiş, bünye zayıf. Böyle bir insanın dilekçesine sağlık kurulu cevap bile vermez…

Sağlık kurulundan cevap bulamayan Bediüzzaman hazretleri Emirdağ savcılığına bir dilekçe ile başvurur, dilekçesinin de durumunu anlatır ve şu istekte bulunur:

“Hastalığım dolayısı ile mahkemede isbat-ı vücud etmediğimden ihzaran celbime karar verildiği ve hastalıkla beraber İstanbul’a gitmem imkan harici olmakla beraber, bu teklif adaletle kabil-i teklif bulunmadığından, hadisenin İstanbul ağır ceza mahkemesinin huzurunda tezahur edebilmesi için salahiyetdar doktor tarafından muayenemin icrası ile verilecek rapora göre muamele yapılmasını ve şayet İstanbul’a sevkimin durdurulması imkan harici ise, mahkemenin kararının hürmeten Eskişehir ağır ceza mahkemesinde ifademin alınması ve isticabın(sorgulamanın) yapılması için lazım gelen kanuni yollara tevessül buyrulmasını dilerim.”

Savcılıkta sağlık kurulu gibi sağır ve dilsizdir. Dilekçeye o da cevap vermez.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri mecburen İstanbul’a hasta hasta gider, bütün duruşmalarda bulunur. Sorgulamasında mahkemeye özetle şöyle der:

Otuz beş senedir hayatını şahit göstererek, siyasete asla karışmadığını, dünyevi ve menfi cereyanlarla hiç alakasının bulunmadığını, bütün bu zaman zarfında kendisini meşgul eden ve nazarı dikkatini çeken tek şeyin Hakaik-i İmaniye ve Hizmet-i Kur’aniye olduğunu, bütün kuvetini imanı kurtarmak yolunda sarfettiğini ve bu davasının şahitleri olarak da bir çok mahkemelerin beraat ve iade kararları olduğunu, Gençlik Rehberi adlı eserinin üniversiteli gençler tarafından bastırılmasının büyük bir memnuniyeti mucib olması lazım geldiğini, içinde bulunduğumuz asrın menfi cereyanlarına bilhassa ictimai bünyemizi sarsan ahaksızlık ve imansızlık salgınına karşı “Gençlik Rehberi” gibi Risâle-i Nurun bütün eczalarının neşredilmeleri, gençliğe ve ma’sum evlatlarımızda ve kadın ve kızlarımıza tamamen okutulmasının vatan ve millet saadeti nokta-i nazarından gayet elzem olduğunu ve Gençlik Rehberi eserni işte bu gayeler için kendisinin haberi olmadan üniversite talebelerinin bastırdıklarını gayet açık ve net bir şekilde açıklar.”

Gençlik Rehberi davasına büyük ilgi olur, yurdun dört bir bucağından gelen Risâle-i Nur talebeleri mahkemenin salonunu, koridorlarını ve mahkeme binasının etrafında bulunan sokak ve caddeleri doldururlar. Kalabalık yüzünden mahkeme aman zaman sekteye uğrar, Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin mahkemeye gelişi ve gidişi izdihamlara sebep olur.

Basın mahkemeye büyük ilgi gösterir, karanlık devrin özlemi içinde bulunan gazeteler aleyhte geniş yayın yaparlar, bazı gazetelerde ve dergilerde mahkeme safahatını vermekle birlikte, mahkeme dolayısı ile Risale-i Nurlar ve Bediüzzaman hazkkında geniş neşriyat yaparlar.

Doçent Nurullah Kunter, Doçent Tarık Zafer Tuna’ya ve Doçent Sahir Erman’dan meydana gelen bilirkişi heyeti “Gençlik Rehberi” hakkında verdikleri bilirkişi raporunda eseri zararlı, inkılaplara aykırı düşüncelerle dolu bir eser olarak tanımlamışlardır. Halbuki aynı eser hakkında daha önce verilen bilirkişi raporlarında Gençlik Rehberi “imanî ve îlmî” bir eser olarak tavsif edilmiştir.

Burada şunu belirtmeliyiz ki, daha sonraları memleketin ünlü profesörleri olarak tanınacak bu doçentler, hayatları boyunca müslümanlar aleyhinde raporlar vermişler, yazılar yazmışlardır.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri son duruşmada müdafaasını yapar ve müdafaasının son paragrafı şöyledir:

“Bu üç dört madde ile bizi itham ettiler. Lüzumsuz mahkemeleri bizimle meşgul eden gizli düşmanlarımız, şüphemiz yoktur ki; onlar ya siyaseti dinsizliğe alet etmek istiyorlar… veya kominist perdesi altında bu mübarek vatanda bilerek veya bilmeyerek anarşiliği yerleştirmek istiyorlar. Çünkü bir müslüman İslamiyet dairesinden çıksa, mürted ve anarşist olur. Hayat-ı içtimaiyeye zehir hükmüne geçer. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsaniyetin seciyelerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki: Âhir zamanda gelecek ye’cüc ve me’cücün komitesi kominist anarşistler olduğuna Kur’an işaret ediyor.”

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinden sonra avukatları M. Mihri Helav, Seniyyüddin Başak ve Abdurrahman Şeref Laç da müdafaalarını yaparlar.

Hepsi de Hakkın rahmetine kavuşmuş bulunan avukatların müdafaalarından rahmete vesile olması niyazi ile birkaç paragrafı buraya almak istiyoruz.

Avukat B. Mihri Heval şöyle diyor:

“Karşınızda kemal-i safvet ve samimiyetle adilane kararlarınıza intizar eden bu asır-dide zat, ömründe hiçbir defa hilaf-ı hakikat beyanda bulunmaya tenezzül etmiş bir adam değildir.

Risâle-i Nurun gayesi de: İçtimai nizam ve intizamı kalplere yerleştirmektir.

Siyasi rical (adamlar) siyasi sahada nizam-i içtimaiyi, milletin hak ve hürriyetini temine çalıştıkları gibi, Risâle-i Nur müellifi de manevi sahada kalplerde ve dimağlarda anarşinin ve bozguncuuğun kalkmasına çalışmaktadır.”

Avukat Seniyüddin Başak da şöyle der:

“Böyle kıymetli, faziletli millet ve memleket için cansiperane ve hiçbir ivaz ve bedel beklemeden fisebilillah çalışan zevatı buralara getiren cinayet sandalyelerine oturtan zihniyet hakkında bazı müdafaada bulunmak isterdim. Fakat onun yeri burası değildir. Bunun için ayrıca bir eser yazmak icab eder. Çünkü bu zihniyetle mücadele herkes için bir vazifedir.

Yüksek mahkemenin yüksek vicdanı, beni müdafaadan müstağni kılacak derecede itminan bahştır. Müvekkilimin beratını istemekle şeref duyarım.”

Avukat Abdurrahman Şeref Laçin’in konuşmalarından aldığımı parçalar da şöyledir:

… “Gençlik Rehberi” isimli eser, Kur’an-ı Azimuşşanın emir ve tefsirlerinden bulunmasına… islâm dininin ve bu dinin emir ve nasihatlarını ihtiva eylemesine… ve anayasanın yetmişinci maddesine göre, şahsi masumiyet, vicdan, tefekkür, söz ve neşir hak ve hürriyeti, Türklerin tabi haklarından olduğu Anayasa’nın 75. Maddesine göre de hiç kimse mensup olduğu din ve mezhepten dolayı muahaza edilemeyeceğinden, müvekkilimin anayasa ile kendisine bahşedilmiş bulunan bu din ve neşir hürriyetinden mahrum edilerek cezai takibe maru bırakılması, anayasa hükümlerine muğayirdir.

Bir müslüman, ak saçlı bir müslüman… Saçını başını ve yaşını bütün ömrü boyunca Nurla ağartmış bir müslüman.. saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah’ın Nuru ile yıkanmış, tertemiz ve bembeyaz bir müslüman…

Bütün ömrü boyunca in’am-ı Hak olan hayatını, Türk milletinin salah ve hakiki saadeti için vakfetmiş; emr-i ilahi olan ruhunu, feleğin hakiki mâliki Allah’a teslim edinceye kadar aynı yold yürümeye azmetmiş; bina-i sübhanî olan bedenini yalnı Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir müslüman; bugün “demokrasi var” denilen bir gün kalkıyor yalnız Allah diyor, kitap diyor, Resul diyor ve gençliğe “Dikkat” diyor… derdemez, arkasından savcı yapışıyor…

Fakat bakın şu asil ve necib müslüman ne kadar sakin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette değil vahdettedir. Gecenin zulmetinden (karanlığından) gündüzün renga renginden bi-futurdur (korkusuzdur).

Belâ zindanında safayı seyretmektedir. Cefa sofrasında vefa bulan, mazhar-ı tecelli olandır.

Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti letafete kalbetmiştir.

Damarlarında kan yerine, feyz-i Hak ve Nur cereyan etmektedir.

Muhterem hakimler! Siz bilirsiniz, fakat bir kere de davayı açan savcıya sorunuz… bakalım hayır diyebilecek mi?

“Allah’ın emirleri, Kur’an-ı Azimüşşanın hikmetleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse… “propaganda suçtur” diye men edilirse; ahlaksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katl suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlarıyla kabil midir? Komünizm gibi, tehdid eden erzel afetin gizli ve aşikar seri ve sinsi tahribatını ne ile önlemek mümkündür?” bütün fenalıkları günahları, ahlaksızlığı, rezaleti fesat ve fitneyi imha edecek Nurdur.”

Avukatların müdafaaları tamamlandıktan sonra mahkeme başkanı Bediüzzaman hazretlerine “başka bir diyeceğiniz var mı?” diye sorar. O da “ yalnız bir cümle söylemek için müsaadenizi rica ederim” der. Başkanın “buyrun” demesi üzerine, Bediüzzaman:

Muhterem vekillerimin benim hakkımda söylemiş oldukları senâkâr sözlere ben layık değilim. Ben Kur’an ve iman hizmetinde çaışan aciz bir kulum. Başka bir diyeceğim yoktur.”

Ağır ceza mahkemesi kısa bir istişareden sonra ittifakla beraat kararı verir. Mahkemenin beraat kararı dinleyiciler tarafından sevinçle karşılanır. Savcılık mahkeme kararını temyiz etmediği için karar kesinleşir.

Mahkeme heyeti beraat kararı ile din düşmanı bilirkişilerin aleyhte raporunu da reddetmiş olur.

Yıllar Sonra Sorulan Hesap

Bu mahkeme ile ilgili belirteceğimiz bir başka husus da 27 Mayıs 1960 hükümet darbesinden sonra mahkemenin reisi olan Nef’i Demiroğlu’nun sorguya çekilmesi, “sen nasıl Said-i Nursî’yi beraat ettirirsin?” diye hesp sorulmasıdır.

Nef’i Demiroğlu da: ”Ben hukuki kaideler içinde hadisenin bir hakimi olarak tahkikatımı yaptım. Şahitlerin ifadelerini aldım ve vicdani kanaatimle hükmümü verdim.” Demiştir.

Karanlık devrin adamlarına göre, müslümanca düşünenler ve müslümanca yaşayanların varlıkları bile cezayı gerektiren bir haldir. Mutlaka cezalandırılmaları gerekir. Onlar için hak ve adalet lafı bile edilemez. Onlar hakkında adalete uygun hareket edenler yıllar geçse bile hakim Nef’i Demiroğlu gibi sorguya çekilirler. Bugün de öyle değil midir? Karanlık devrin adamlarının zihniyetine sahip olanlara göre başörtülü olmak, sakallı olmak suçlu olmak için yeterlidir. Bunlar için insan hak ve hürriyetleri söz konusu bile değildir.

On yıl memleketi idare etmiş olan Demokrat Parti’nin bir gece, 27 Mayıs 1960 tarihinde bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmalarının ana sebeplerinden biri de, Demokrat Parti hükümetinin iktidarının ilk yıllarında ezanı asıl şekli ile okunmasına müsaade etmesi ve müslümanlara dini yaşayışta kısmet hürriyet tanımasıdır.

Karanlık Devir Özlemcileri

Karanlık devirden gelen ve o devrin özlemi içinde olan bir gazetede; (Cumhuriyet gaetesinin 17.7.1960 tarihli nüshasında) 27 Mayıs 1960 hükümet darbesini yapanlardan “Milli Birlik Komitesi” üyesi ve Başbakanlık Müsteşarı Kurmay Albay Alpaslan Türkeş şöyle demektedir:

“Atatürk inkılapları onun ölümünden sonra yerlerinde saymamış olsalardı, belki de bu davayı şimdiye kadar halletmiş olacaktık.”

Alpasla Türkeş’in burada belirttiği dava, okuma, yazma ve kültür davasıdır.

Alpaslan Türkeş konuşmasına dvamla şöyle demektedir:

“Atatürk inkılapları yerinde saymadılar, gerilediler. Din, kıyafet ve en mühimi zihniyet sahasında gerilediler.”

Ropörtajı yapan Cevat Fehmi Başkut, Alpaslan Türkeş’e soruyor:” Kıyafet denilen Türk kadınının o utanılacak kılığa sokan çarşafı kastediyorsunuz değil mi?”

Sualime bir sualle mukabele etti: ”Son zamanlarda Anadoluyu hiç dolaştınız mı? Çarşafın kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü?”

Başkut: “İnkılaplar mevzuunda yalnız din, kıyafet ve zihniyette mi geriledik?”

Türkeş: “Hayır Türkçecilikte de… Türkçeciik bu millete Atatürk’ün en büyük, en faydalı hediyelerinden biri idi. Evvela ezanı arapça okumakla buna ihanete başladılar.”

Başkut: “Ya Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi teşebbüsleri? Sabıkların baltaladıkları bu teşebbüslere taraftar mısınız?”

Türkeş: “Mutlaka… Türk Camiinde Türkçe Kur’an okunur. Arapça değil…”

Demokrat Parti hükümetinin müsadesi ile ezan asıl şekli ile okunduğu zaman millet bayram yapmıştı. Milletin bayram yaptığı bu konuyu ihanet olarak değerlendiren Türkçe ezan ve Kur’an isteyen bunun tahakkuku için hükümet darbesi yaparak ezanı asıl şekli ile okuttu diye partiyi iktidardan uzaklaştıranlar, 1950 öncesi karanlık devrin özlemi içinde olanlardı.

1960’da hükümet darbesi yaptılar, bir partiyi iktidardan uzaklaştırdılar. Yassıada mahkemeleri ve idamlar gibi tarihe kara bir leke olarak geçen cinayetleri işlediler ama, 1950 öncesi karanlık devri geri getiremediler ve bundan sonra da getiremeyecekledir. Ezan ve Kur’an asıl lisanı ile okunacak, bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumuzun üstünde inleyecektir.

Türkeş’in emekli olduktan sonra partisine katılan Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcı Nusret Demiral’ın, Türkçe ezan istediği için partisinden kovulması hayra alamettir. Ama bu zamanında yapılan hatayı telafi eder mi? Allah bilir.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri İstanbul’daki mahkemesine hasta hasta gitmişti. Allah güç ve kuvvet verdi. Mahkemelerde bulundu. Sultanahmet’te namaz kıldı. Fatih’in türbesini ziyarete etti. Dostları ve talebeleri ile buluştu. İki ay devam eden İstanbul’daki ikametinde Emirdağ’a memnun ve mesrur olarak döndü.

Kendi İsteği İle İlk Seyahat

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri Emirdağı’ndan ilk hür seyahatini 1935-1936 yılları arasında bir sene hapis yattığı Eskişehir’e yaptı.

Eskişehir seyahati, 27 sene içinde kendi isteği ile yaptığı ilk seyahatti. Bu seyahatt ellerinde kelepçe yoktu. Yanınd jandarma ve polis bulunmuyordu. Sevdikleri etrafında idi. Ne arzu ederse yapıyorlardı. İstediği yerde duruyor, istediği zaman hareket ediyordu. Allah’ın insanoğluna bahşettiği hürriyet nimetinden ilk defa faydalanıyordu. Zalimler yirmi yedi sene bu ilahi nimetten kendisini mahrum etmişlerdi…

20.11.1951 trihinde gerçekleşen bu ilk seyahati, Eskişehir’deki Nur talebelerinin daveti üzerine olmuştu.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri Eskişehir’de (Yıldız otelinde) bir ay kaldı. Talebeleri ile buluştu, onlarla sohbetler etti. Halkla görüştü, onlara nasihatlerde bulundu. Eskişehir’de “Kaderin Adaleti” isimli makalesini yazdırdı.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri, Eskişehir’den Isparta’ya geçti. Isparta’dan ayrılalı 16 sene olmuştu. Isparta O’nun için son derece önemli idi. Risâle-i Nur eserlerinin yüzde seksen beş- doksanını Isparta ve Barla’da yazdırmıştı. En sadık ve dost talebeleri Isparta’da idi.

On altı sene önce zulmen Isparta’dan uzaklaştırılan Bediüzzaman hazretleri bu sefer talebelerinin daveti üzerine kendi isteği ile Isparta’ya gelmişti. Talebeleri onu sevgi ile saygı ile karşıladılar. Isparta halkı da talebeleri ile birlikte onu karşıladı.

Halkın ilgisi artarak devam etti. Köylerden akın akın ziyaretine geliyorlardı. Isparta dışına çıktığı zaman halkın sevgi gösterileri hiç eksik olmuyordu. Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri ise, bu tezahüratlardan rahatsızdı, bir bildiri ile bu rahatsızlığını halka duyurdu. Bildirisinde şöyle diyordu:

“Hakiki bir vatanım olan mübaarek Isparta’ya misafir geldiğimden, siz kardeşlerimiz beş defadır haddimden pek çok ziyade şefkatkârane iltifatlarınıza karşı ruhu canımla teşekkür ediyorum. Fakat bu tezahür yete. Çünkü hem mesleğime, hem tarz-ı hayatıma, hem burda bir miktar istirahat etmeme zarar gelmek ihtimali vardır. Onun için umudunuzu duama dahil ediyorum. Siz de bana dua edersiniz. Ben sizlere hakiki akraba ve kardaşlarım nazarıyla bakıyorum. Sizlerin de öyle gördüğünüz kanaatindeyim.

Daha istikbal etmeyin. Hoş geldin vakti kalmadı.”

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri Ispartqa’da kaldığı kırk gün içinde: “Hanımlar taifesi ile bir muhaveredir” risâlesini ve “dindar hamiyetkâr milletvekillerine” isimli mektubunu yazdırır.

Yine Mahkeme

Bediüzzaman Said-i Nursî, hava almk için bir gün Emirdağ dışına, kırlara çıkar. Silahlı bir başçavuş ve üç jandarma eri gelir. “Neden sarık ve külah başına takıyorsun, şapka giymiyorsun?” diyerek, karakola götürürler, karakolda eziyet ederler.

Karanlık devrin zihniyetinden kurtulamayan başçavuşun hareketini, Bediüzzaman Said-i Nursî İçişleri ve Adalet Bakanları’na bir yazı ile şikayet eder. Yazının bir suretini Ankara’daki bir talebesine gönderir, mesele ile meşgul olmasını ister.

Talebesi meseleyi milletvekillerine anlatır, şikayet yazısını Samsun’da yayınlanan “Büyük Cihad” gazetesi, “En Büyük İspat” başlığı ile yayınlar, Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerine yapılan kanunsuz muameleleri kınar. Konu üzerinde okuyucu mektupları yayınlar.  Gazetenin yayını üzerine, Samsun savcılığı gazete ve Bediüzzaman aleyhine dava açar. Mahkemede hazır bulunması için Emirdağı’na, Bediüzzaman Said-i Nursî’ye celp gelir.

Bediüzzaman Said-i Nursî Emirdağ hükümet tabipliğinden rapor alır gönderir, mahkeme raporu kabul etmez, mutlaka mahkemede hazır bulunmasını ister.

Bediüzzaman Said-i Nursî, İstanbul üzerinde Samsun’a gitmeye mecbur kalır. Stanbul’da hastalığı artar. Samsun’a gidemez. İstanbul Guraba Hastanesi tam teşekküllü sağlık kurulu “Kara, Deniz ve hava yolu ile seyahat edecek durumda değil” diye rapor verir. Savcı bu raporun da reddini ve Bediüzzaman’ın mutlaka mahkemede bulunmasını istese de, mahkeme heyeti raporu kabul eder. Bunun üzerine talimatla İstanbul ağır ceza mahkemesinde ifadesei alınır. Bediüzzaman Said-i Nursî ifadesinde şunları söyler:

“Gizli düşmanlarımız bu Ramazan-ı Şerif’de tekrar adliyeyi benim aleyhime sevkettiler. Mesele bir gizli komünist komitesiyle alakadardır. Bütün bütün kanun hilafına olarak, beni, kırda otururken üç musallah jandarma ile bir başçavuşu yanıma gönderdiler. “Sen başına şapka giymiyorsun” diye zorla beni karakola getirdiler.

Ben adaleti hedef tutan adliyelere söylüyorum ki, böyle beş vecihle kanunsuzluk edip kanun namına beş vecihle islami kanunlarını kıran adam, hakiki kanunsuzşukla itham edilmek lazım gelirke, onların o acib kanunsuzluğu bir seneden beri o acib banahe ile, vicdani azap verdiği için elbette “Mahkeme-i Kübra-i Haşir’de” bunun cezasını çekeceklerdir. Evet otuz beş senedir münzevi olduğu halde, hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adama “sen frenk serpuşunu giymiyorsun” diye itham etmeye dünyada hangi kanun buna müsaade eder?

Yürmi sekiz seneden bei beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin abıtaları onun başına giydiğine ilişmedikleri halde, hususn bu dea İstanbul mahkeme-i adliyesinde yüzer polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yay olarak her yeri gezdiği ve hiç polis ilişmediği halde; hem mahkeme-i temyiz “bere yasak değil, bereyi giyenler mesul olmazlar” dediği halde hususan münzevi ve insanlararasına girmeyen ve Ramanzan-ı Şerif’in içinde böyle hilaf-ı kanun, en çirkin şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatrına getirmemek için ilaçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama; şapka giydirmek ve ecnebilere ve papazlara benzetmek için ona şapkayı teklif etmek ve adliye ile tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bu halden nefret eder.

Mesela, onu teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.”

Cebi, keyfi küfrî kanunla emir olur mu ki, emir kuluyum desin.

Evet Kur’an-ı Hakim’de Yhudi ve Nasranilere başta benememek ayet olduğu gibi, “Ey iman edenler! Allah’a, Resulüne ve sizden olan Ulul-emre itaat edin.” (nisa 59) ayetinde ululemre itaati emreder. Allah ve Rasulü’nün itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir.

Halbuki bu meselede anane-i İslamiye kanunlarıyla: Hastalara şefkat edip incitmemek, ihtiyarlara hürmet edip tahkir etmemek, gariplere zahmet vermemek ve onları incitmemek ve Allah için Kur’an ve ilm-i imaniyye himet edenlere ahmet vermemek ve onları incitmemek lazım gelirken hususan münevi ve dünyayı terk etmiş bir adama ecnebi papaların serpuşunu teklif etmek, on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif olmakla beraber, islamın ananevi kanunlarına karşı da bir kanunsuzluk ve keyfi bir emir hesabına o kutsi kanunları kırmaktır.

Benim gibi kabir kapısında gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevi ve sünnet-i saniyyey muhalfet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler, katiyyen şek ve şüphe bırakmadık ki, komünist perdesi altında anarşilik hesabına vatan ve millet ve islamiyet ve din aleyhinde müthiş bir su-i kasd eseri olduğu gibi, islamiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş harici tahribata karşı cephe alan dindar Demokratlara dahi büyük bir su-i kasttır. Dindar demokratlar dikkat etsinler, bu dehşetli su-i kasde karşı beni yalnı bırakmasınlar.

……………………

Yirmi sekiz senedir gavurlara benzememekiçin inzivayı ihityareden bir islam fedaisine ve hakikat-ı Kur’niyenin fedakar hizmet karına denilse ki: “ Sen kafirlerin papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün islam ulemasının icmaına muhalefet edeceksin, yoksa ceza vereceği.” Denilse:

Elbette öyle herşeyii hakikat-ı Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevi hapisler, cezalar, işkenceler, belki parça parça bıçakla kesilse, cehenneme de atılsa, yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadeti ile ifade edecek… Acaba bu eşedd-i zulm-ü kafiraneye karşı pek çok manevi kuvveti bulunan bu fedakarın, bu kadar tahammülünün ve maddi kuvvetle mukabele etmemesinin hikmeti nedir?

İşte bunu size ve umum ehl-i imana ilan ediyorum ki: Yüzde on zındık dinsizlerin yüzünde, doksan masuma zarar vermemek için bütün kuvvetimle dahildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek ve Nur dersleriyle herkesin kalbinde bir yasakcı bırakmak içib, Kur’an-ı Hakim bana o dersi vermiş…

Yoksa, bir günde, yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirdim. Onun içindir ki, asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetimi, şerefimi tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyorum. Ben değil dünyevi hayatımı,lüzum olsa ahiret hayatımı da Millet-i İslamiye hesabıına feda edeceğim.”

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin bu ifadesi, sadece bir mahkeme ifadesi değildir. Bir tebliğdir. Her türlü şartlar karşısında bile yılmadan hakikatı haykırmaktır.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri bu ifadesinde kendisine yapılanların gizli dinsiz komiteler ve memleketi yıkmak için çalışan komünistler ve anarşistler hesabına yapıldğını bildirmektedir.

Bediüzzaman bu ifadesinde, karanlık devrin insanlarının kendiine işkence yapma gayesinin yanında demorat partıleri kötülemek ve onlardan intikam almak düşüncesinin bulunduğunu ifade etmekte ve dindar demokratları dikkatli olmaya davet etmektedir. Samsun mahkemesi Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerini hapse mahkum eder, dava temyiz edilir. Davayı temyiz bozar, bu sefer mahkeme beraat kararı verir. Bediüzzaman Said-i Nursî için Samsun mahkemesi davası kapanır.

Samsun Büyük Cihad gazetesi ile ilgili başka insanlar da tutuklanır, başka davalar da açılır. Konumuz dışında olduğu için biz o konulara temas etmiyoruz.

Isparta’da İkamet

23 Ağustos 1953 tarihinde Isparta’ya yerleşmek üzere tekrar geldi. Bir hafta bir otelde kaldı. Sonra kiralanan bir eve taşındı. Yanında daima dört beş talebesi kalıyordu. Çünkü hasta ve ihtiyardı. Yardıma ve hizmete muhtaçtı. Ziyaretçilerle meşgul olunması gerekiyordu. Risâle-i Nurun basımı, dağıtımı, tashihi işleri de vardı. Yanında kalan dört beş talebesi nöbetleşe bu işleri yapıyorlar, hem de Üstatlarına hizmet ediyorlardı.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerine hasbeten lillah hizmet eden, onun meslek ve meşrebini, huy, ahlak ve faziletini insanlara canlı birer şahit olarak anlatan bu bahtiyar hizmetkarlar şunlardır: Tahiri Mutlu, Zübeyr Gündüzalp, Ceylan Çalışkan, Mustafa Sungur ve Bayram Yüksek.

Asırlık Çınarların Kucaklaşması

Bediüzzaman Sai-i Nursî hazretleri Risâle-i Nurun yazıldığı ve ilk Nur talebelerinin bulunduğu Barla’yı ziyaret etmeyi çok arzulamıştı. Ama karanlık devrin adamları onu hapishanenin ve sürgün yerinin dışında bir yere bırakmadılar, ona 27 sene zindan hayatı yaşattılar. 14 Mayıs 1950 seçimleri ile karanlık devir sona erince,  da seyahat etmek, sevdiği yerleri, sevdiği kimseleri ziyaret etmek hakkına sahip oldu. Isparta’ya yerleşince ilk işi Barla’yı ziyaret etmek oldu.

Güzel ve açık bir günBarla’yı ziyaret etti. Barlalı talebeleri onu sevgi ve aygıyla karşıladı. Barla’nın içine girdiği zaman, 1937 yılında vefat eden Barlalı eski talebesi ve hizmetkarı Mustafa Çavuş’un evinin önünden geçerken kapının üzerinde kalın demir kilidi görünce kendini tutamayarak ağlamaya başladı… on dokuz senelik ayrılığın verdiği hasretle kaldığı odanın önündeki asırlık çınara sarıldı, kaldı. İki çınar kucaklaşmıştı. Gözyaşları akıyordu. Öbür çınarda muhakkak ki kendi lisanı ile ağlıyordu. Çünkü kendisine sarılan Allah’ın salih kulu idi. Bütün eşya ise salih kulların sevdalısı idi. İki sevdalı buluştu. Bediüzzaman ahaliye kendisini yalnız bırakmalarını söyledi. Dakikalarca çınara sarıldı kaldı… çınardan ayrıldığında mecalsizdi. Tahiri Mutlu ve Zübeyr Gündüzalp’ın kolları arasında odasına girdi. İki saat odasında yalnız kaldı. Hazin hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu…

Barlalı Sadık talebesi ve hizmetkarı Sıddık Süleyman yıllar önce (1952’de) Burdur’da yazılmış olan ilk Risâle-i Nur eserinin (Nur’un İlk Kapısı) elyazması bir nüshasını getirip verdi. Çok memnun kaldı. Bu risale Isparta’da teksir makinası ile çoğaltıldığı zaman, ona yazdığı mukaddemede şöyle der:

………….

Risâle-i Nur’un telifine merkez ve dershane olmuş olan yerleri gezdim. Sonra gayet zevkli ve neşeli bir halet olmu olan o yerleri gezdim. Sonra gayet zevkli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi.”

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri Isparta’da oturuyor, zaman zaman Emirdağı’na gidiyor, oradaki kiralık evinde kalıyordu. Ama haftada iki gün mutlaka Barla’da oluyordu.

CHP Normal Yollardan İktidara Gelemez

1954’de yapılan seçimleri de Halk Partisi kaybetti. Demokrat Parti kazandı. İki seçimi kaybetmek Halk Partililerde hırçınlığın ötesinde, düşmanlığa kadar varan davranışlara sebep oldu. Yıkıcı muhalefet yapmaya başladılar. Muhalefetin ana malzemesi, Atatürk inkılapları, irtica yaygaraları, Bediüzzaman hazretleri ve talebeleri idi.

Halk Partisi bu konularda yaygara yaptıkça, Demokrat Parti siniyor, evhama kapılıyor, dindarlardan uzak durmaya çalışıyordu. Bunda Demokrat Parti içinde HP zihniyetine sahip insanların tesiri de vardı.

Son derece hırçın ve kavgalı geçen 1957 yılı seçimlerini de Demokrat Parti kazandı. Bu seçimde Bediüzzaman’da oy kullandı. Oyunu Demokrat Partiye verdi. Halk Partisi bu seçimlerde daha çok milletvekili çıkardı ama, yine seçimi kaybetti. Adnan Menderes yine hükümeti kurdu.

Seçimlerden sonra Halk Partililer, seçimle iş başına gelemeyeceklerini kesinlikle anladılar. Yaşı bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen HP Başkanı İsmet İnönü iktidar hırsı ile yanıp tutuşuyordu. Sert, haşin ve çirkin muhalefet örnekleri sergilemeye başladı. Seçimin dışında iktidar olma yollarını arıyordu. Üniversiteyi, gençleri tahrik etti. Orduya el attığı şayiaları yayılmaya başladı.

Bediüzzaman hazretleri seçimlerden önce şöyle demişti:

“Eğer Demokrat Parti düşse, Halk Partisi gelir. Bu gelince de onun altında komünizm bu memlekete hakim olur. CHP normal yollarla katiyen iktidara gelemez ve kendi ihtiyarı ile bu memleket onu iktidara getirmez.”

Bediüzzaman hazretlerinin dediği olmuş. İktidardan alaşağı edildiği 1950 yılından bu satırların yazıldığı 1997 Ekim ayına kadar HP seçim kazanıp iktidar olamamıştır. Fakat tahribatı devam etmiştir ve etmektedir.

Scroll to Top