Begeni- Evet, şimdi ne diyeceğiz? Oğul, Ruhul- Kudüs dahi, Babadan başka olarak Baba gibi öncesiz mevcut mu idi?
Karlos– Bu sualin cevabı dinden anlaşılıyor. Madem ki Oğul Baba’dan doğmuştur. Madem ki doğuş bilinen doğuş cinsinden olmayıp vücut peyda eden bir kelimenin ortaya çıkması gibi bir doğuştur. Madem ki, bu kelime Baba’nın öncesizlik (ezelî) sıfatından olup onun zatı öncesi yoktur. Şu halde bilinmeyen Baba’nın öncesizlik sıfatı kelimenin cesetlenmesinden ibaret olan Oğul’un da bilinmemesi lazım gelir, neticesi pek tabii meydana çıkar.
Şimdi bir örnekle bu meseleyi aydınlatalım; mesela: Bir insan. Bunun sıfatından biri de konuşan olmasıdır. İş bu konuşma kelime ve sözlerle olur. Hâlbuki bu sözler ve kelimeler insandan çıkar. İnsan bilinmeyen ise, onun konuşur olma sıfatı da belirsiz olur. Bu surette bilinmeyen bir insanın sözünün dahi bilinmemesi zaruridir. Öncesiz olan şeyin yokluğu mümkün olamayacağından işbu kelime dahi yok olamaz. Yok olamayınca vücûdun önü, öncesi olmaması zaruri olur. Öyleyse cesetlenmiş kelimenin mevcudiyetinin öncesiz olması dahi zaruri olur.
Şihab- Bizi mantıkla delil getirmekten men ederlerken yani “din, daima akıl ve mantık dairesinde düşünmeye mecbur olan akla uymaz” derlerken kendileri aklî kaideler ve mantık ile iddiayı isbata çalıyorlar. Fakat mantıkî delillerde önermelerin küçük ve büyük esasları mevcut ve her biri başka başka tasdik ve teslim olunmuş olmalı ki, netice doğru çıksın. Bu faraziyyede önermenin küçük ve büyük cümleleri doğru olmamaları yanında birbiri ile irtibatı da yoktur.
Öncesiz (ezelî) olan Babayı mecazen tanıyoruz. Çünkü hakikatte baba değil, Allah’tır. Öncesizlik sıfatından olan kelamı dahi hakikaten tanıyoruz. Fakat kelimenin cesetlenmesinden ibaret olan Oğul! İşte bunu aklımız sarmadı. Kelimenin cesetlenmesi demek, tek bir kelimenin cesetlenmesi mi? Yoksa kelam (konuşma) sıfatının cesetlenmesi mi demektir? Daha önce Oğul, ilahî kelimelerden bir kelimenin cesetlenip şekil almasından ibaret bir fert midir? Yoksa Allah’ın kelam sıfatının cesetlenmesi ve cisimlenmesi, Oğul şeklinde meydana gelmesi midir?
Eğer yalnız bir kelimenin cesetlenmesi ise ilahi kelimeler sonsuz olmakla bu sonsuz kelimeler içinde yalnız bir kelimenin cesetlenip başkasının cisimlenmemesine sebep nedir, suali sorulur. Ve eğer kelam sıfatı cisimlendi demek ise sonsuz olan kelam sıfatının sonlu ve mahdut olan cesette toplanması nasıl mümkün ve mutasavver olur? Ve her iki takdirde de böyle tabiata ve başkasına aykırı zıt olan şeylerin vukuu akıl ile bilinmeyip nakli ile bilineceğinden, bu cisimleşmenin meydana gelmesi hangi doğru kaide, hükmü kesin olan nakle dayanmaktadır. Kaldı ki kelime, manevi bir şey cisimleşmiş maddi bir şey olmakla manevi olan kelimenin maddi olan cisme dönüşmesi kendiliğinden midir? Yani kelime kendi kendine mi cismî bir şekil kazanmıştır? Yoksa başkası tarafından mı cisimlendirilmiştir? Yani kelimeyi konuşan mı bu kelimeyi cisimlendirmiştir?
Kendiliğinden değişmiş ve cisimlenmiş ise, değişme sonradan olmakla öncesiz olmaya (Kıdem’e) aykırıdır.
Ezeli olan kelimenin sonradan olanın yerini alması ve onun da yaratılmasını içine alır. Bu ise sizin kelime ezelî (öncesiz) demiş olduğunuz iddianızı yalanlar.
Eğer kelimenin konuşanı bu kelimeyi cesede ve cisme döndürmüş ise, bu dahi Oğul’un yaratılmış ve icat edilmiş olduğuna şahâdet eder.
Bununla beraber Oğul, Allah ile zaman bakımından bir ve denk ise, Allah gibi ezelî olması ve bu düşünüş şekliyle, sizin yukarıda söylediğiniz gibi, ezelde var olmak yok olmayı kaldırdığından ve bu da doğurmayı öncelikle kaldırmış olacağından; bu durum Oğul’un, Allah’tan doğmayıp ezelden beri var olmasını gerektirir.
Eğer zamanca Allah’tan sonra olmuşsa, o da: “Bir şey ki onun varlığından önce bir yokluğu varsa, o şey sonradan olmuştur; hadistir” diye söylenen doğru sözün hükmünce “Oğlu” sonradan olduğu açıkça belli olur. Böyle olunca da ulûhiyette ortaklığı bulunmadığı ortaya çıkar.
Aynı görüş Kutsal Ruh hakkında da geçerli olmakla Kutsal Ruh’un da tanrılıkta ortak olmadığı, velhasıl hiçbir şeyin Allah’a eşit olmadığı anlaşılıp, iddianız baştan ayağa batıl ve red olunmuş olur.
Gyuvent- Eeee! Koca Şihap! Bizim Tiflis’te de senin gibi Müslüman âlimler var. Doğrusu din meselesinde Müslümanlarla konuşulamaz. Kılı kırk yarmak Mösyö Begeni’ye değil, diyebilirim ki, Müslümanlara mahsustur. İşte size mantık, akıl dairesinde bir cevap! Buyurun.
Karlos-Niçin ben cevap vereyim? Siz Rahip değil misiniz?
Gyuvent-Doğrusu ben sizin kadar okumuş değilim. Bahusus birazda dar yürekliyim. Fazlaca sıkışırsam, öğrendiğimi değil, aklımın erdiğini söylerim. Onu da öyle söylersem iyi olmaz, asla iyi olmaz.
Karlos- Diyemez misin ki, Oğul zaten ezelîdir. Yanlış cesede girişi sonradan olmadır. Cevher ezelî olduktan sonra arazın sonradan olmasında bir beis yoktur. İtirazlar geçersizdir. . .
Şihab-Diyemez! Zira, basit cevherin yeri sonradan olanın yeri olamaz. Arazlara yer olan cevher mürekkeb, bileşik cevherlerdir. Araz o şeydir ki, kendi başına bir yer tutamaz. Kendisinin varlığı bir yerin mevcudiyetine bağlıdır. Cisim mevcut olmadıkça onun arazı olan renk, şekil, koku veya hareket, velhasıl her hangi bir araz mevcut olamaz.
Cesede dâhil olan Oğul’un cesede dahil oluşu araz olsa, bir yer işgal etmemesi gerekirdi. Hâlbuki Oğul ismini verdiğimiz zat bu dünyada bir yer işgal etmiş, bütün insanlar gibi gezmiş, yemiş, içmiş olduğundan buna araz demek mümkünse, bütün insanlara da araz demek lazım gelip, davanız yine sabit olmayacak idi. Demek ki buna araz diyemeyeceksiniz.
Bir mevcutta araz olmayınca, mutlaka cevher olacağından ve bir mekân işgal edecek basit bir cevher olmayıp, cevheri mürekkep olacağından “Oğul”un birleşik bir cevher olması ve her mürekkep sonradan yaratılmış olunca, Oğul dahi sonradan olduğundan ve böyle oluş, öncesiz olmakla bağdaşmadığından o, “Oğul, zatı bakımından öncesizdir” diye söylediğiniz sözün kabul olunamayacağını açıkça gösterir.
Gyuvent- Canım! Boş lakırdılarla vakit geçiriyor. Böyle bahisleri Müslümanlarla yapamayız ya!. . Başka milletlerin akıllarıyla tahsil görmüş olanlarla da yapamayız.
Begeni– . . . Hıristiyanlık âleminde ilahın mevcudiyeti halkın aklına uymak şöyle dursun, milletlerin bilginlerinin bile aklına uymuyor. Siz bile bu konuda zorluk çekiyorsunuz. Devamını arzu ettiğiniz, himayesine çalıştığınız din, günden güne mahiyetini belli ediyor.
Evvel zamanda, yani okumak değil, düşünmek bile yasak olduğu zamanda bu gibi hikâyeleri ahaliye kabul ettirmek zor değildi. Ama şimdi işler tamamen başka renkler kazanmaktadır.
Ali Han– Düşüncenin yasak olduğu zaman nasıl zaman imiş acabâ?
Begeni– Onbeşinci asra gelinceye kadar olan zaman. İşte düşüncenin yasak olduğu zaman, o zamanlardır. O zamana kadar hiçbir kimse din hakkında bir şey düşünemezdi. Zira düşünce, meselâ bir kimse “İnsan öldükten sonra nasıl hayat kazanacak?” demiş olsa, ki-böyle bir düşünce dinin, ne lehinde, ne de aleyhindedir, derhal engizisyon tarafından cezalandırılır. “Vay, sen din hakkında şüphe mi ediyorsun?” diye sorguya çekilir idi. Artık bu kimsenin alacağı hüküm, mahkeme esnasında vereceği cevaplara bağlı idi. Eğer dinde şüphesi bulunduğu zan olursa ateşte yakılmak, kemikleri kırılmak, kol veya ayaklarının her biri bir hayvana bağlanıp, hayvanların her biri muhtelif yönlere sevkedilerek parçalanmak, hatır ve hayallere gelmeyecek şekilde cezalandırırlardı.
İşte o zaman, düşüncenin yasak olduğu zaman.
Kilise ehlinden olmayanlar dini bilmeye ve buna hulusi kalp ile inanmaya veyahut inanır görünmeye mecbur idiler. Zira böyle görünmeyenler âhiretten önce dünyada engizisyon tarafından şiddetli cezaya düçar olurdu. Onun için kilise gibi inanmaya kendini zorlamak ve hiç değilse inanıyor görünmek, hayatın zaruri icabı idi. Bu mecburiyet umumi olduğundan bu inanışın aksini yapmak değme kralların bile haddinden hariç idi.
İşte Hıristiyanlığı 1500 sene muhafaza eden kuvvet. Yoksa bu tazyik olmasaydı, şimdiki gibi herkes serbestçe okur, yazar, düşünür, söyler olsaydı, böyle mantıksız, usulsüz talimlerin kabul edilmesi ihtimali var mı idi?
Aklı başında her hangi adamdır ki: Hem üçtür, hem birdir, ne üçtür, ne birdir gibi yekdiğere taban tabana zıt olan cümlelerden meydana gelen bir kararı “İlâhî Hikmet” olarak kabul edebilsin.
Kaynak: Dört Dinden Dört Adam, Sh: 196-201, Sönmez Yayını, 1970, İstanbul