14 Mayıs 1950 Seçimleri

14 Mayıs 1950 Seçimleri

14 Mayıs 1950, 27 yıl milleti zulümle idare etmiş, var gücü ile milletin dinini ve imanını yok etmek için çalışmış bir partinin bir daha iktidara gelmemek üzere alaşağı edildiği tarihtir.

Millet kendisine zulmeden zalimleri, dinine saldıranları eline geçen ilk fıratta alaşağı etmek suretiyle cezalandırmış, kendilerine muhalefete mahkumiyet gömleğini giydirmiştir.

14 Mayıs 1950 seçimleri ile çeyrek asır süren tek parti diktatörlüğü reddedilmiştir. Millet kazandığı zaferden dolayı duyduğu sevinci bir bayram sevincine dönüştürmüş, o günün akşamı ve ertesi günler bayram havası içinde geçmiştir.

14 Mayıs 1950 seçimerinde demokrat part 396 milletvekili kazanmış, halk partisi ise 68 milletvekilinde kalmıştır. İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığından düşmüş yerine Celal Bayar Cumhurbaşkanı olmuştur. Celal Bayar’da Halk Partisi’nde Bakanlık ve Başbakanlık yapmış bir insandır. O zamanın zulümlerine o da ortaktır. Millet yeni dönemde bu eski ittihatçının ve Halk Partisi’nin ne yapacağını merak etmektedir.

Adnan Menderes başkanlığında kurulan yeni demokrat parti hükümeti icraatına hılı bir şekilde başlamıştır.

Halk Partisi devrinde köylünün sırtından hiç eksilmeyen tahsildar kamçısı ile jandarma dipçiğini kaldırmıştır.

Yeni iş sahaları açılmış, köylü önce çarıktan sonra soğukkuyu lastiğinden kurtulmuş, insanların ayakları ayakkabı görmüştür.

Millet Ezanına Kavuşuyor

Adnan Menderes hükümeti, 16 Haziran 1950’de ezanın asli şekli ile okunmasına müsaade etmiştir. O gün müslünanlar yeniden gerçek ezanına kavuşmuşlardır.

Ezanın asli şekli ile okunması, 3 Şubat 1932 yılında yasaklanmış, bu yasak 16 Haziran 1950 tarihine kadar 18 sene sürmüştür.

Ezanı yasak edenler yasağı sıkı bir şekilde uygulaışlardır.

Başta polis ve jandarma teşkilatları olmak üzere bütün devlet hizmetinde çalışanlar yasağı denetlemekl vazifelendirilmişlerdir.

Ezan yasağına riayet etmeyip “Ezan-ı Muhammedi”yi okuyanlar kamu düzenini sağlamaya yönelik kanun ve emirlere aykırı hareketten yargılanmışlar kanunda belirtilen ceanın iki üç katı ceza ile cezalandırılmışlardır.

Bir kısım “Türkçe ezan” okumamakta ısrar eden imam ve müezzinler akıl hastanelerine gönderilmişler v vazifelerine de son verilmiştir.

Bilhassa kırsal kesinlerde köy ve kasabalarda ezanı asıl şekli ile okuyanlar karakollarda uzun müddet nezarethanede tutulmuş, kendilerine işkenceler yapılmıştır.

Hiç unutamam! Kayseri’nin Talas Bucağı Vengicek köyümüzde, köy tahsildarın geldiğinden habersiz olan Hamza adlı köylümü ikindi ezanını okuyor.

Tahsildar Kemal “Bu ezanı okuyan kim? Getirin!” diyor.

Hamza efendi geliyor.

Tahsildar kamçı ile Hamza Efendi’yi dövüyor.

Köylüler yalvarıyorlar. Dövme! Bu yarı delidir diyor.

Tahsildar “deli olsa ezanı tam okuyamazdı” cevaını veriyor. Hamza efendi kamçı darbeleriyle yere düşüyor. Tahsildar bu seferde çizmeli ayaklarını kullanıyor. Yorulana kadar dövmeye devam ediyor.

Zavallı köylümüz bir ay yatağından kalkamıyor.

Köylüler tahsildara müdahale eip Hamza Efendi’yi elinden alamazlar mıydı?

Alamazlardı. Tahsildar’ın ihbarı ile devlete isyan ettiler diye hepsini toplarlar götürürlerdi.

O devir öyle bir devirdir.

İşte 16 Haziran 1950’de karanlık devrinin bu zulmüne son verilmiştir. Kayseri milletvekili Merhum İsmail Berkok, Tokat milletvekili merhum Ahmet Gürkan ve arkadaşlarının teklifi ile 16 Haziran 1950’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ezan yasağı kaldırılmış, ezanın okunması serbesbırakılmıştır. Celal Bayar, ezan yasağını kaldıran kanunu imzalamak istememiş, fakat Adnan Menderes’in istifa ederim tehdidi karşısında imzalamak zorunda kalmıştır.

Ezan yasağının kaldırılması ile kurbanlar kesilmiş, selalar verilmiş minarelerden çifte ezanlar okunmuştur.

O gün herkes işini gücünü bırakmış, camilere koşmuştur.

Çifte ezanlar okurken secdeye kapananlar, sevinçten ağlayanlar, birbirine sarılanlar, el açıp Allah’a dua edenlerin haddi hesabı yoktu.

O gün yalnız insanlar değil, yerler değil, ezana hasret gökler bile bayram etmişlerdir.

O gün halk yeniden ezanına kavuşmuştur.

Gerçekten 16 Haziran 1950 günü müstesna bir gündür. Allahu Ekber, Allahu Ekber diye ezan okuyanların cezalandırıldığı o karanlık devir sona ermiştir.

Asırlardır İslamın bayraktarlığını yapmıi bir millet tekrar ezanına kavuşmuştur.

O karanlık devirleri yaşamayanlar, 16 Haziran 1950’de milletçe duyulan sevinci anlayamazlar.

Adnan Menderes hükümeti, 5 Temmuz 1950 tarihinde radyoda Kur’an okutulmasına, dini konuşmalar yapılmasına karar vermiştir.

14 Mayıs 1950’den önce vatandaş Kur’an okuduğu için karakollara çağırılıyor, cezalandırılıyor ve hapse atılıyordu.

14 Mayıs 1950’den sonra hükümet olanlar ise, Kur’an okumayı ve okutmayı serbest bırakıyor, üstelik de radyoda Kur’an okunmasını ve dini konuşmalar yapılmasını sağlıyorlardı.

Adnan Menderes hükümeti, 21.12.1950 tarihinde de ilkokulların dördüncü ve beşinci sınıflarına mecburi din derlerini koydu.

14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra yeni hükümetin verdiği serbestlik içinde Türkiye’de büyük bir dini uyanış başladı.

Kur’an kursları açılıyor, yni camiler yapılıyor, eski harap camiler tamir ediliyordu.

Ticaret gelişmeye başlamış, alış-veriş artmıştır. Yeni iş sahaları açılıyor; millet hem kazanıyor, hem harcıyordu.

Yeni yollar, barajlar ve limanlar yapılıyor, çeşitli tesisler millete hizmete başlıyordu. Millet halinden ve siyaseti dine hizmet ettiren hükümetten memnundur.

Türkiye’de meydana gelen gelişmelerden en çok memnun  olanlardan biri de muhakkak ki 27 sene karanlık zulmüne maruz kalmış olan Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri idi.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri hükümet ileri gelenlerini tebrik etti, onlara başarılar diledi, yol gösterici, ikaz edici nasihatlerde bulundu. Bu nasihatlerinden birkaç örnek verelim:

“Biz Nur talebeleri yirmi senedir emsalsiz bir tazib ve işkencelere hedef olmuşuz. Sabrettik, ta Cenab-ı Hak sizi imdadımıza gönderdi. O işkencelerin sebebini on beş senedir üç mahkeme hakiki ve kanuni olarak yü otuz kitap ve bin mektubatta bulamadıklarına, mahkeme-i temyizle Denizli mahkemesini şahit gösteriyoruz.

Ben otu seneden beri siyaseti terk etmiştim. Bu defa birkaç gün zarfında ahrarların başa geçip, milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle, reis-i cumhuru ve hey’et-i vekileyi (bakanlar kurulunu) tebrik ile beraber, bir hakikatı ifşa ediyorum, şöyle ki:

Bie hücum eden bu mahkemelerde tazib edenler demişler: Bu Nur talebelerinin dini siyassete alet etmek ihtimalleri var. Belki de ediyorlar. “Biz de o zalimlere karşı müdafaalarımızdaki  binler hüccet (delil) ile demişiz ve diyoruz ki:

Biz dini siyasete alet değil, belki Rıza-i İlahi’den başka hiçbir şeye, hatta dünyaya ve saltanatına alet etmemek, bizim üç senedir üç çuvaldan ziyade dosyalarımızı garazkarane tetkik ettikleri halde bizi mahkum edemiyorlar. Verdikleri keyfi ve vicdani hükümlerine de bir bahane bulamıyorlar ki, temyiz o hükmü bozdu.

Evet, biz dini siyasete alet değil, belki vatan ve milletin dehşetle zararına siyasti mutaassıbane dinsizliğe alet edenlere karşı, bizim siyasete bakamamıza mecburiyet-i katiye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine alet ve dost yapmaktır ki; üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.

Elhasıl: bize işkence edenlerin siyaseti asabiyetle (ırkçılıkla) dinsizliğe alet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine alet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saadetine çalışmışız.

Üç Düşman

Bediüzzaman Said-i Nursî, “Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar” başlığı altında da şunları yazar:

“Şimdi Kur’an ve İslamiyet ve bu vatan zararına üç düşman vardır:

Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı.. Bu cereyan yüzde otuz- kırk adama zarar verebilir.

İkincisi: Eskiden beri müstemlekatların (sömürgelerin) Türklerle olan alakalarını kesmek için dinsizliği neşretmek için, “ifsad komitesi” amında bir komitedir. Bu da yüzde on yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garblılaşmak ve hıristiyanlara benzemek ve bir nevi puruluk mezhebini İslamlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasiler heyetidir. Bu cereyan belki binde birisini Kur’an ve İslamiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’an hizmetkarları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an’ın hakikatlarını muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyordu. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu, gördük ki: Demokratlar evvelki iki cereyana karşı biz Nurculara yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima iki dehşetli cereyana mesleklerince zıttırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garblaşmak ve garblılara benzemek mesleğini takip edenler ise üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar.”

Bediüzzaman Said-i Nursî demokrat partililerin üçde ikisinin komünizme ve dinsizliğe karşı olduğunu, üçte birinin ise, komünizmeve dinsiliğe karşı olmakla beraber İslamiyet zararına garblılaşmak ve hıristiyanlara benzemekten yana olduğunu beyan ediyor. 14 Mayıs 1950 seçimleri ile devrilen iktidar, komünizme göz yumuyor, dinsizliğe teşvik ediyor, garblılaşmayı tam benimsiyor.” Diyordu.

Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleri “Demokratlara büyük bir hakikatı ihtar” başlığı altında yayınladığı beyannameye şöyle devam eder:

“İktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de, madem o Demokrat partisi meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azimenin (iki büyük cereyanın) durmasına ve defetmesine mecburi vaifeleri olmaısndan, bu vatana ve İslamiyete büyük faydası dokunabilir. Bu cihetten biz demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüzi vir zararla, pek külli bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden o iktidar partisinin lehinde ehl-i dii yardıma davet ediyoruz ve dinde laubali kısmını dahi cidden ikaz edip, “hemen çabuk hakikat-ı İslamiyeye yapışınız” diye ihtar ediyoruz.”

Yirmi yedi yıl İslamiyete savaş açmış karanlık devir partisine karşı Bediüzzaman Said-i Nursî’nin demokratların o zamanki durumuna bakışı ve onları desteklemesini esas alarak Bediüzzaman’ın yolundan gittiğini iddia eden bazı kişilerin demokrat partisinin devamı olduğunu iddia edenleri sonsuz ve şartsız destekleme gibi bir mana çıkarmaları kanaatimizce son derece yanlıştır. Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin yardımı hem şartlara bağlı, hem devamlı değil, hem de “hemen çabuk hakikat-ı İslamiyeyye yapışınız” ihtarını ihtiva etmektedir. Ve onladan bir hayırda beklememektedir.

Adnan Menderes’e Mektup

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri Başbakan Adnan Menderes’e bir mektup gönderir bazı temel İslami hakikatları ona hatırlatır.

Mektubunda ezcimle şöyle der: Gayet kısa birkaç esası… Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum. Birincisi: İslamiyetin pek çok kanun-u esasisinden biridi:

“(Hi. Bir günahkar başkasının günahını yüklenmez) Ayet-i Kerimesi’nin (Fatır:18) hakikatıdır ki; “Birinin cinayeti ile başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz. Habuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile, bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriyorlar.

Bir caninin cinayeti yüzünden taraftarları veya akrabaları dahi şen’i gıybetler ve tezyifler edilip tek bir cinayet, yüz cinayete çevrildiğinden gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisle mecbur ediliyor.

Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zir-ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktadır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve bur-hranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil, bize nispeten pek hafif yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegane; uhuvvet-i İslamiyey,(İslam Kardeşliğini) ve esas İlamiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp masumları himaye için, canilerin cinayetlerini kendilerine munhasır bırakmak lazımdır. Hem emniyetin ve asayişin temel taşı, yine bu kanun-i esasiyden geliyor.

Mesela, bir hanede ve bir gemide bir masum ile on cani bulunsa, hakiki adaletle ve emniyet ve asayiş düstur-u esasisi ile o masumu kurtarıp tehlikeyi atmak için, gemiye ve haneye ilişmemek, taki masum çıkıncaya kadar…

İşte bu kanun-u esasi hükmünce, asayiş ve emniyet-i dahiliyyeye ilişmek, on cani yüzünden dokuz masumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlahinin celbine vesile olur.

Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakiki dindarların başa geçmesine yol açmış… Kur’an-ı Hakim’in bu kanun-u esasisini kendilerine bir nokta-i istinad (dayanak noktası) ve onlara garazkarlık edenlere karşı siper yapmak lazım geldiğini zaman ihtar etmiş…

İslamiyetin ikinci bir kanun-u esasisi şu hadisi şereftir: (Milletin efendisi ona hizmet edendir) hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkarlıktır.

Bir hakimiyet ve benlik için tahakküm aleti değil.

Bu zamanda terbiye-i İslamiye’nin (İslam terbiyesinin) noksaniyetiyle ve ubûdiyyetinin (ibadet etmenin) zafiyetiyle, benlik ve enaniyet kuvvet bulmuş…

Memuriyeti hizmetkarlıktan çıkarığ bir hakimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi adalet olmaz, esasiylede bozulur ve hukuki ibadda (kulların hakları da) zir-u zeber (altüst) olur.

Hukuk-u iba, Hukukullah (Allah hakkı) hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin. Belki nefsani haksızlıklara vesile olur.

Üçüncüsü: İslamiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair dair bir kanun-u esasisi dahi bu hadis-i şerifin (Mü’min mümine birbirine kenetlenmiş bir binanın taşları gibidir) hakikatidir.

Yani hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dahildeki adâvetin (içerdeki düşmanlığı) terk etmek ve tam tesanüd etmektir. Hatta en bedevi taifler dahi bu kanun-u esasinin menfaaini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı zaman o taife birbirinin babasını ve kardeşini öldürdükleri halde; o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def’oluncaya kadar tesanud ettikleri halde; binler teessfülerle deriz ki: benlikten, hodfuruşluktan (kendini bğenmişlikten) gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikirle, kendi tarafına şeytan yardım etse, lanet edecek gibi hasatlar görünüyor.

Hatta bir salih alim, fikr-i siyasisine muhalif bir büyük salih alimi tekfir derecesinde gıybet ettiğini ve İslamiyet aleyhinde bir zındıkı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle sena (övgü) ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.

Hem şimdi birisi hem Ramazan-ı şerifte, hem şeair-i İslamiyeye hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit, muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz daha cani görmek ve göstermek istiyorlar.

İşte bu çeşit dehşetli hastalıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi içtimai ahlakı da zir-i zeber edip bu vatan ve millete ve hakimiyet-i İslamiyeye büyük bir su-i kasd hükmündedir.

Daha yazacaktım, bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperlverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.”

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri memleketin geleceğine tesir eden hükümetin başında bulunan başbakan Adnan Menderes’e yazdığı bu mektupta particiliğin zararlarını hatırlatmakta ve dinimizin üç esasını bildirmektedir ki, yeni hükümet memleketi idare ederken bu üç esasa riayet etsin:

  1. Suçun şahsiliği prensibi esastır. Suçu kim işlemişse sadece o mes’ul olur. Onun işlemiş olduğu suçtan dolayı başkalarını da sorumlu tutmak caiz değildir.
  2. Milletin efendisi, millete hizmet edendir. Milletin başında bulunanlar; kendilerini milletin hakimi olarak değil, hizmetçisi olarak telakki etmelidirler.
  3. Müminler birbirlerinin kardeşleridirler. Ayrıca müminler, bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir. Milletin çocuklarına; bu anlayışı ve terbiyeyi esas alan, bir eğitim sistemi kurulmalı ve ona göre yetiştirilmelidirler…

Görülüyor ki Bediüzzaman Said-i Nursî’nin öğütleri imani ve ilmidir. Halk Partisi zihniyeti; bu îmanî ve îlmî çalışmalarından dolayı Bediüzzaman’a düşman olmuştur. Yıllarca devam eden bu düşmanlık hissiyle, O’nu hapis, işkence ve sürgünlerle cezalandırmıştır. Diğer islam alimlerine de atnı muamele yapılmıştır. HP zihniyeti bu zulmünün cezasını, ihtirasla bağlı oldukları iktidarlarını kaybederek görmüşlerdir. O zalimlerin ahirette görecekleri ceza ayrıdır. Zulümlerinin hesabını orda Mahkeme-i Kübra’da da mutlaka vereceklerdir. Şimdi sıra Demokrat Parti iktidarına gelmiştir. Bakalım onlar Bediüzzaman Said-i  Nursî hazretlerine nasıl davranacaklardır?

Bediüzzaman Serbestti Ama…

Adnan Menderes hükümeti, 14 Temmuz 1950 de umumi af kanunu çıkardı. Umumu af kanununun çıkması ile birlikte devam eden Afyon Ağır Ceza Mahkemesi de düştü. Karanlık devirde uygulanan sürgünlerle ilgili hükümler de yürürlükten kalktı. Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri tamamen serbestti. Ayrıca Demokrat Parti ve hükümeti ona saygı gösteriyordu. Yni seçilen milletvekilleri arasında Bediüzzaman’ın talebeleri de vardı. 14 Mayıs 1950 seçimleri ile açılan yeni devir, Bediüzzaman’a ve düşüncesine yani İslami bir hayatın yeniden başlamasına son derece müsait bir devir gibi görünüyordu.

Ama yirmi yedi yıl devam eden o karanlık devirde yetişen, o karanlık devrin zihniyetine sahip idareciler, Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerini yine rahatsız etmeye başladılar.

Emirdeğı’nda kırda dolaşırken bir başçacuş ve jandarmalar, kılık kıyafetinden dolayı  onu rahatsız etmiş, karakola götürülmüş ve sorgulaması yapılmıtır.

Emirdağı kaymakamlığının işgüzarlığı ile şapka giymiyor diye mahkemeye verilmiştir.

Emirdağ kaymakamı ve karanlık devrin zihniyetine sahip olanlar, Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin Emirdağı’ndan gitmesini istemişlerdir.

Eğirdir kaymakamı Bedüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin arabasının önüne çıkmış, Eğirdir’e girmeine engel olmuştur.

14 Mayıs 1950 tarihinden ölümüne kadar karanlık devrin insanları gerek Bediüzzaman Hazretlerine, gerekse O’nun talebelerine ve kitaplarına bunlar bahane edilerek İslam’a karşı saldırılarına devam etmişlerse de karşılarında hem müslüman halkımızı, hem de demokrat parti nin ve hükümetinin dindar kesimlerini bulmuşlar, emellerine ulaşamamışlardır.

Karanlık Devrin Adamları Harekete Geçiyor

Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanması ile karanlık devrin partisi bir şaşkınlığın içerisine düştü. Milleti sevince boğan demokrat partinin ilk icraatları bu şaşkınlığı daha da artırdı.

Milli şef olarak ömür boyu cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturacağını zanneden İsmet İnönü bile uzun müddet bu şaşkınlıktan kendini kurtaramadı.

Üç hadise, karanlık devrin adamlarının kendilerini derleyip toparlayıp karşı atağa geçmelerine sebep oldu. Bu üç hadise şunlardır:

  1. Ticânî tarikatına mensup bazı kişiler, birkaç yerde Atatürk’ün büst ve heykellerini kırdılar. Atatürk’ün büst ve heykellerinin kırılması karanlık devrin adamlarını harekete geçirdi. Yürüyüşler, mitingler ve toplantılar yaptılar. Dine, din adamlarına hücum ettiler. Hükümeti, Atatürk’ün büst ve heykellerinin kırılmasına göz yummakla itham ettiler. Hükümet karanlık devrin adamlarının taurruzları karşısında zor durumda kaldı. Atatürk’ü, büst ve heykellerini korumak için, 5816 sayılı Atatürk’ü koruma kanununu çıkardı. Bu günde yürürlükte olan bu kanunla dünyada ölmüş bir insan ilk defa belki de son defa koruma altına alındı.

Atatürk’ün 1938 yılında ölmesiyle Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan İsmet İnönü, kendi devrini başlatmış, devlet dairelerinden Atatürk’ün resimlerini indirmiş, onun yerine kendi resimlerini asmıştı. Pullardan, paralardan da onun resimlerini kaldırmaya başlamıştı.

Ne zamanki, Ticânîler, Atatürk’ün bazı yerlerdeki büst ve heykellerini kırdılar, İsmet İnönü Atatükrçi oldu. Hükümetin karşısında Atatürk’ün koruyucusu olarak çıktı, ölümüne kadar da bu koruyuculuğunu sürdürdü…

Birkaç Ticaninin Atatürk’ün birkaç heykelini kırması memleket çapında müslümanların aleyhinde olmuştur. Nice Müslüman uydurma ithamlarla Atatürk’e hakaret iddiası ile tutuklanmış, mahkumiyete çarptırılmıştır.

Müslüman akıllı hareket etmeli, sağın ve solun kışkırtmalarına kanmamalı, oyunlara alet olmamalı, dünyasına, ahiretine, müslümanlara faydası olmayan hareketlere teşebbüs etmemeli din konusunda bilgi sahibi, takva ehli müslümanlara danışmalı, onların nasihatlerine uygun hareket etmelidir.

  • 22 Kasım 1952 tarihinde bir lise talebesi, Vatan gazetesi başyazarı mason ve dönme Ahmet Emin Yalman’ı Malatya’da vurdu. Ahmet Emin Yalman ölmedi. Uzun bir tedaviden sonra tekrar vazifesine döndü. Ahmet Emin’in vurulması, Türkiye çapında din aleyhtarı nümayişlere sebep oldu. Bu nümayişlerin arkasında tabi karanlık devrin adamları vardı. Masonlar vardı.

Ahmet Emin’in vurulması sonucu, başta Necip Fazıl Kısakürek ve Osman Yüksel Serdengeçti olmak üzere, bir çok İslami düşünce sahibi insanlar tevkif edildi. Başta gazeteler olmak üzere malum çevreler memleket çapında terör estirdiler. Sayıları onu bulmayan İmam-hatip okullarını yeni yeni açılmaya başlayan, Kur’an kurslarını ve yeni yapılmakta olan camileri hedef olarak aldılar, çeşitli yayınlar yaptılar, faaliyetler içine girdiler.

Malatya’da Ahmet Emin’in vurulması memleket çapında dini hizmetlerin aksamasına, en azından engellenmesine sebep oldu. İslami yayınlar durdu. Çünkü İslami yayın yapanlar hadise dolayısıyla tevkif edilerek hapishanelere doldurulmuştu.

  • Halk Partisi’nin eski bakan ve başkanlarından Demokrat Parti lideri olarak Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Celal Bayar, partiinin dini hizmetlere önem vermesini, ezanın Türkçe yerine asıl dili ile okunmasını istemeyenlerin safında idi.

Celal Bayar dini hizmetlerin yapılmasını istemiyor, Atatürk’ün büst ve heykellerinin kırılmasında, Malatya’da Ahmet Emin’in vurulmasında İnönü ile aynı düşünceleri paylaşıyordu.

Celal Bayar, Atatürk’ü koruma kanununun çıkarılmasında en çok çalışanlardan biri idi. Atatürk’ü koruma  kanunu çıkarıldı. Celal Bayar bu kanunla da yetinmedi. “Atatürk’ü sevmek milli bir ibadettir” dedi. Atatürk’ü mabutlaştırdı. Cumhurbaşkanı olunca resmi dairelerden İnönü’nün resimlerini indirttirdi. Kendi resimleri yerine Atatürk’ün resimlerini astırdı. Roma mabetlerinden ilham alınarak yapılan anıt kabre, etnografya müzesinde bulunan Atatük’ün naşına 10 Kasım 1953 tarihinde Harp Okulu öğrencilerinin çektiği top arabası ile naklettirdi.

Anıt kabirdeki Atatürk’ün kabrine çelenk konulması, “Ti” sesi ile saygı duruşunda bulunulması, deftere; Atatürk’e, durumu bildiren yazılar yazılması, Celal Bayar’a göre milli ibadetin şekilleridir.

Celal Bayar’ın çalışması, İnönü’nün, bu çalışmaları desteklemesi sonucu “Atatürk devletin hem esası, hem kendisi, hem de geleceği” oldu.

Atatürk etrafında şekillenen, bu devlette dini hizmetler ancak 1950 öncesinde yapıldığı şekilde yapılabilirdi. Bu temel de dini değerlerin yok edilmesi şeklinde olabilirdi.

Yukarda belirtilen üç maddenin verdiği neticelere göre, bir kısı vali, kaymakam, jandarma kumandanı 1950 öncesinde imin gibi hareket etmeye başladılar. İdarecilerin tavır ve hareketleri eğitim kurumlarına da sirayet etti. Memlekette din aleyhtarı bir hava esmeye başladı. Hükümet zor durumda kaldı. 1951 yılında açılan İmam Hatip okullrı dışında din hizmetleri büyük çapta durdu.

Azgın muhalefetin yaygaralarına karşı Adnan Menderes “Türkiye müslümandır, müslüman kalacaktır. Dinin icapları yerine getirilecektir” demek suretiyle müslümanların gönlüne su serpti ise de, hizmette, başlangıçta gösterdiği gayreti gösteremedi.

Millet Demokrat Partiyi ilk icraatları, jandarma dipçiğini, tahsildar kamçısını kaldırması, halka ekmek ve aş kapısı açması, dinini yaşamada nefes aldırması sebebiyle daima destekledi. Bütün yaygaralarına rağmen karanlık devrin partisine yüz ve imkan vermedi. Ama karanlık devrin partisi, ictimai hayatta, devlet müesseselerinde varlığını hissettirdi. Bu ise, müslümanların zararına oldu. Hükümetin genel ve dini hizmetlerini engelledi.

Başfarmason

Merhum Eşref Edib, 1950 öncesi karanlık devirde halk partisinin zulümlerini anlatan “Kara Kitap” adlı kitabının 1967 yılında basılan ikinci baskısıın 88. Sayfasında “Atatürk’ü sevmek milli bir ibadettir” diyen Demokrat partinin ilk başkanı, 1950-1960 yılları arasında Cumhurbaşkanlığı yapmış olan Celal Bayar hakkında şöyle yazar:

“Demokratların başkanı da, bir zamanlar başı sarıklı “Galip Hoca” kıyafetiyle kendisini müslümanlara takdim etti. Sonra bir zaman geldi, başında bir arşın silindir şapka ile Bursa’da kürsüye çıkarak “Biz bu ülkede şeriatı yaşatmayacağız!” dedi.

Demokrat Parti lideri sıfatıyla, Bursa’da Demokrat Parti’nin resmi kongresinde başfarmason Celal Bayar’ın, müslüman Türk milletinin, 650 milyon İslam dünyasının tabi olduğu Şeriat-ı Celile-i İslamiyeye bu taarruz ve tecavüzü, Din’i Celil-i İslam’a karşı, içlerindeki en kızıl cehennemde ne müthiş bir gayz ve kin alevleri yanmakta olduğunu gösteriyordu.

Bayar bu hezeyanda bulunduğu zaman farmasyon ve kominist matbuat, dünyayı velveleye vermiş, en kalın harflerle, gazetelerin bütün sayfasını kaplayacak kadar manşetlerle kızıl küfrü cihana ilan eylemişlerdi. Sevinçlerinden çılgın hale gelmişlerdi.

Halk partisinin naşir-i efkarı Ulus gaetesinin maruf muharriri Nurettin Artam “Var ol Bayar!” diye bu azgın mütecavizi alkışlamış, “inkılapçı bir belâgat!” diye vasıflandırmıştı.

Demokratların akıl hocası, Vatan gazetesinin baş muharriri Farmason Yalman, bu hezeyandan “Büyük heyecan duyduğunu, bu tarihi nutkun risâle halinde basılacak derecede değerli olduğunu, Halk ve Demokrat Partilerinin bu düstür etrafında birleşmeleri lazım geldiğini” yazmıştı.

Bunlar ibi bütün din ve Şeriat düşmanları, İslam cemiyetini içinden kemiren hain din düşmanları ilan-ı şadumânî eylediler, yüzleri maskeli, belleri kızıl zünarlı, göğüsleri Yahudi mason kordonlu hain din düşmanları bu hezeyanı böyle alkışladılar”

Celal Bayar, 1960 hükümet darbesi ile, cumhurbaşkanlığından indirildi. Yassıada mahkemelerinde yargılandı. Kayseri hapishanesinde yattı, af ile hapishaneden çıktı, çok yaşadı, yaşı yüzü aştı. İslam düşmanlığından vazgeçmedi, ölmeden önce doğum gününü rakı ile kutladı… 1986 yılında 103 yaşında iken öldü.

Scroll to Top