Halk Partili Anarşinin Ayak Sesleri ve Nurculuk

Halk Partili Anarşinin Ayak Sesleri ve Nurculuk

Halk Partisi, inkılap diyor, Atatürkçülük diyor, irtica diyor, Nurculuk diyor başka bir şey demiyordu. Bu partinin halkın geçmişi ile, daha doğrusu halk ile ilgisi yoktu. Karanlık devirde yetişmiş ve karanlık devre adapte olmuş adamlar ona yetiyordu. Yalnız idarenin kendisinde olmasını istiyordu. Halk Partisi idareye sahip olmak için de her türlü işi yapıyor, yavaş yavaş halk partili anarşinin ayak sesleri işitiliyordu.

İktidar ve muhalefet arasında memleket çapında gergin bir hava hakim iken Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri, talebelerinin daveti üzerinde Eskişehir’e gitti. Kaldığı otelin etrafı polislerle kuşatıldı, oda kapısının önüne sivil nöbetçi polisler kondu. Acaba alınan polisiye tedbirler emniyetini sağlamak için miydi?

Polis şefini yanına çağıran Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri durumu öğrenmek istedi. Polis şefi Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin görüşme teklifini reddetti. Onu ziyarete gelenlere de engel oldu.

Demokrat Parti döneminde, Bediüzzaman hazretlerine Halk Partisi dönemi, yani karanlık devir muamelesi yapılıyordu. Bu hal Halk Partisi yaygarasından korkan veya o düşünce de olduğu için onların muamelesini yapan İçişleri Bakanı Namık Gedik’in bir marifeti idi.

Namık Gedik İçişleri Bakanlığı boyunca Bediüzzaman hazretlerine aynı davranışta bulunmuş, hükümet içinde Celal Bayar’ın ve İsmet İnönü’nün bir temsilcisi gibi davranmıştır.

Bediüzzaman hazretleri Eskişehir’den Isparta’ya dönmüş, polisin Eskişehir’deki davranışı Eskişehir ve Emirdağ halkı tarafından şiddetle kınanmıştır.

Halk Partisi’nin tertip ve tuzakları, Demokrat Parti’yi bunaltıyor, Demokrat Parti kendisini iktidara getiren halktan uzaklaşıyordu. Başta Adnan Menderes ve Tevfik İleri olmak üzere Demokrat Parti’nin dindar kesimini zaafa uğratmak için Demokrat Parti içinde bulunan masonlar da özellikle dini konularda, Bediüzzaman ve Risâle-i Nurlr hakkında gizliden gizliye halk partisi paralelinde çalışıyorlardı.

Eskişehir hadisesinden sonra Bediüzzaman hazretleri Emirdağ, Isparta ve Barla’nın dışına çıkmamış, 2 Aralık 1959’a kadar Risâle-i Nurlar ve talebeleri ile meşgul olmuştur. Risâle-i Nur talebelerinin bulunduğu yerlerde dershaneler açılmış ve bu dershanelerin idaresini ve dershanelerde verilecek Risâle-i Nur eğitimini yürütecek, Risâle-i Nurları kavramış ve yetişmiş insanlar vaifelendirilmiştir. Risâle-i Nur dershanelerinin masrafları mahalli imkanlarla karşılanıyordu. Mahalli imkanların kısıtlı olduğu yerlerde de, Risâle-i Nur eserlerinin satışından Bediüzzaman’a ayrılan beşte birle ihtiyaç gideriliyordu.

Veda Ziyaretleri Mi?

2 Aralık 1959 tarihine gelindiği zaman, halk partisinin kışkırtmaları ile memleket çapında demokrat parti iktidarına karşı yer yer gösteriler başlamıştı. Bu tarihte Bediüzzaman hazretleri hasta olmasına rağmen seyahate başladı. Aslında seyahat hastalığına iyi gelmekte, seyahat ettiği zaman açılmakta, ağrıları azalmakta idi. Bu yüzden Isparta, Barla ve Emirdağ arasında sık sık gidip geliyordu.

2 Aralık 1959 yılında başlayan seyahatinde ilk önce Ankara’ya gitti, talebeleri ile buluştu. Emirdağı’na döndü.

19 Aralık 1959’da Konya’ya gitti. Konya’da talebeleri ve halk tarafından sevgi ve saygı ile karşılandı. Mevlana hazretlerini ziyaret etti. Kardeşi Abdulmecid’in evinde kaldı. Konya’dan Isparta’ya döndü.

31 Aralık 1959’da tekrar Ankara’ya gitti. Beyrut palas oteline indi. Ankara seyahati gazetelerde geniş olarak yer aldı. Bazı gazeteler Bediüzzaman hazretlerini Demokrat Parti milletvekillerinin davet ettiğini yazdı. Aslında Bediüzzaman hazretlerini Ankara’aya davet eden talebeleri idi. Ankara’ya gelişinin parti ile bir ilgisi yoktu.

Ankara’dan İstanbul’a geçti. İstanbul’da talebelerini topladı, onlarla bir ders yaptı. İstanbul seyahatinde polis kaldığı otelin etrafını Eskişehir’de olduğu gibi sardı. Bazı polisler de şapka meselesinden dolayı rahatsız etti. Gazeteler asılsız, iftiraya kadar varan yayınlarına devam ediyorlardı.

3 Ocak 1959’da tekrar Ankara’ya geldi. Gazeteciler adım adım onu takip ediyor, kışkırtıcı yalan haberlerine devam ediyorlardı. Halk Partisi Başkanı İsmet İnönü beyanat veriyor, Demokrat Parti seçim için Said-i Nursî’yi görevlendirdi diyordu. Halbuki ortalıkta bir seim yoktu. Said-i Nursî hazretleri ise, bir işe görevlendirilecek inan değildi. Onun hayatı görev kabul etmeyen, şahsiyetinden en küçük bir taviz vermeyen örneklerle doludur. O seyahat hastalığına kısmen faydalı olduğu için dolaşıyor, her gittiği yerlerde bir daha görüşme imkanına kavuşamayacakmış gibi veda ediyordu.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri, Ankara’da da talebelerine bir ders vermeyi arzu etti. Bu derste Diyarbakır’da bulunan Mehmet Kayalar’ın da katılmasını istedi. Telgraf çekildi. Mehmet Kayalar aynı gün uçakla Ankara’ya geldi, derse katıldı.

Son Dersi

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretleri üç gün kaldığı Ankara’da ileri gelen talebelerine bir ders verdi. Bu dersinde kelimeleri tane tane söyledi. Söylediği kelimeler aynı zamanda katipler tarafından yazıldı. Yazılı hale getirilen ders Bediüzzaman hazretlerine arz edildi. O bazı noktaları tashih etti. Ders aynı gün yayınlandı. Dersin birer sureti bazı hükümet adamlarına gönderildi…

Bediüzzaman hazretlerinin son dersinin bazı bölümleri şöyledir:

Aziz Kardeşlerim

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rızay-ı İlahi’ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Vazife-i İlahiyeye karışmamaktır.

Bizler asayişi (güvenlik, rahat ve huzuru) muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme(baskıya) terzile(aşağılanmaya) boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldıramadığım bir çok hadiselerle sabit olmuş. Mesela Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfi de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi… Dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakküme boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi (olumsuz) hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim.

Evet, mesela: Seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir mudde-i umuminin (savcının) ynlış iddidaları ile aleyhimizdeki kararına karşı beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevisidir. Manevi tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahili asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.

Bir düstur var, “Bir cani yüzünden, onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mesul (sorumlu) olmaz.”

“İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım.

Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak harici tecavüze karşı istimal edilebilir (kullanılabilir). Mezkur ayetin düsturu ile vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, alem-i İslam’da asayişi ihlal edici dahili muharebat (iç savaşlar) ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i ilahiyeye karışmamaktır.

Bizim vazifemiz hizmettir. Netice Cenab-ı Hakka aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.

Ben de Celaleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir. Muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir.” Deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.

Harici (dış) tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde (içte) ise böyle değildir.

Dahildeki hareker müsbet bir şekilde manevi tahribata karşı manevi ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır.

Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark pek azimdir (büyüktür).

Bir mesele aha var: O da çok ehemmiyetlidir. Hükmü Kur’an’a göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hacatı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış.. Tiryakilikle görenekle ve itiyadla (alışkanlıkla) hacatı gayr-aruriye (zaruri olmayan ihtiyaçlar), hacatı zaruriye (zaruri ihtiyaçlar) hükmüne geçmiş. Ahirete iman ettiği halde, “zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı ahirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni nir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hatta bazı hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: Biz şimdi mecburuz… “Zaruretler, mahruzatı mubah kılar” kaidesiyle Avrupa’nın bazı usullerini, medeniyetin icaplarını taklide mecburuz” dediler.

Ben de dedim çok aldanmışsınız!… Zaruret su-i ihtiyardan (kötü seçimden) gelse, katiyyen doğru değildir… haramı helal yapmaz. Sui ihtiyardan gelmezse, yani zaruret haram yolu ile olmamış ise, zararı yoktur. Mesela bir adam sui ihtiyar ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet işlese, hüküm aleyhinde olur, maruz sayılmaz, ceza görür. Çünkü sui ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çozuk cezbe halinde birisini vursa, mazurdur, ceza görmez. Çünkü ihtiayarı dahilinde değildir.”

İşte ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek, yemek ve yaşamak gibi zaruru ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var?”

Sui ihtiyardan, gayr-i ihtiyaçlar haricinden başka hangi zaruret var?”

Sui ihtiyardan, gayri meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden (doğan) hareketler haramı helal etmeye medar (dayanak) olamazlar.

Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki (düşkün) olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sui ihtiyardan geldiği için haramı helal etmeye sebep olamaz. Kanun-i beşeri de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i katiye ile, sui ihtiyarlardan neşet eden (meydana gelen) hükümleri ayırmıştır.

Kanun-i İlahi de ise, daha esaslı ve muhkem (sağlam) bir şekildebu esaslar tefrik (ayırt) edilmiştir.

Bununla beraber zamanın ilcaatıyla (zorlamaları ile) zaruretler ortalıkta zannedilerek, bazı hocaların birdatlara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan, hoca da olsa, onlara ilişmeyiniz.

Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarazalara karşı dayandım, zerre kadar fütur (bezginlik) getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahrkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz.

Şümdi küfr-ü mutlak öyle cehennemi manevi neşri çalışıyor ki, kainatta hiçbir kafir ona yanalmamak lazım geliyor.

Kur’an’ın rahmetlelilâlemin olduğunun bir sırrı şudur ki: Nazıl müslümanlara rahmettir, ahirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermeiyle de, bütün dinsizlere ve bütün aleme bir nevi beşere rahmet olmasına bir nokta bir işarettir ki, o manebi cehennemden dünya da onları bir derecede kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin delalet kısmı, yani Kur’anla barışmayan yoldan çıkmış, Kur’an’a muhalefet eden kısmı, küfrü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar.

Komünistlik perdesinde anarşiliğe netice verecek bir surette münafıklar, sındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyastçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için şimdiki hayat dinsiz olarak kabil değildir yaşamaz. “Dinsi bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir.

Küfrü mutlak olduğu zaman hakikatı halde yaşanmaz. Onun için Kur’an-ı hakim, bu asırda bir mucize-i manevisi olarak, Risale-i Nur şakirtlerine (talebelerine) bu dersi vermiş ki, küfrü mutlaka, anarşiye karşı sed çeksin, hem çekmiş…

Evet, Çin’i, hem yarı Avrupa’yı ve Balkanları  istila eden bu cerayana karşı bizi mahafaza eden Kur’an-ı Hakim’in bu dersidir ki, o hücuma karşı sad çekmiş. Bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir müslüman, mümkün değil başka bbir dine girip hıritiyan ve yahudi, hususan bolşevik olmak…

Çünkü bir İsevi müslüman olsa, İsa aleyhissealamı daha ok sever. Bir Musevi müslüman olsa, Musa aleyhisselamı daha çok sever. Fakat bir müslüman Muhammed aleyhisselamın zincirinden çıkda, dinini bıraksa daha hiçbir dine giremez, anarşist olur. Ruhunda kemalete meder hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder. Hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

Onun için Cenab-ı Hakka şükür Kur’an-ı Hakim’in işaret-i gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türk-î ve Arabî ile bu asrı kurtaacak bir mucize-i Kur’aniye’nin Risâle-i Nur namı ile bir dersi intişara başlamış…

Madem bu zamanda lüfrü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfrü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük cehennem var. Çünkü ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfrü mutlaka düşenlere yahut taraftar olanlara, hem şajsın idamı ebedisi ve bütün geçmiş ve geleck akrabalarındanın da idam-ı ebedisi olarak düşündüğü için, cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker.

Demek o cehennem azabını küfrü mutlaka kalbinde duyuyor. Çümkü her insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzeb olduğu gibi, Allah’ı inkar edenlerin itikadlarınca bütün o saadet mahvoluyor, yerine azaplar geliyor.

İşte bu zamanda bu dünyada bu manevi cehennemi insanların kalbinden izale eden (gideren) tek bir çaresi var. O da Kur’an-ı Hakim’dir. Ve bu zamanın fehmine (anlayışına) göre onun bir mucizei maneviyesi olan Risâle-i Nur eczalarıdır.

Kardeşlerim… Hastalığım pek şiddetli… Belki pel yakında öleceğim. Veyahut bütün bütün konuşmaktan bazen men olunduğu gibi men edileceğim. Onun için benim nur ahiret kardeşlerim “ehven-üş şer” deyip bazı biçare yanlışcıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfi hareket vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfice olmaz. Hem dahildeki cihad-ı manevi: manevi tahribata karşı çalışmaktır ki; maddi değil, manevi hizmetler lazımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi ehl-i siyasette bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yoktur.

Kardeşlerim! Belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var. O da benlik, enaniyet, hodfuruşluk (özgüven) hayatını güzelce medeniyet fazntazisiyle geçirmekiştihası, tiryakilik gibi bir hastalıklardır.

Risâle-i Nur’un Kur’an’dan aldığı dersin en birinci esası, benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terketmek lüzumudur. Ta ihlas-ı hakiki ile imanın kurtarımasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o azamı ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğinin, şan ve şerefine en küçük bir meseley-i imaniyeye feda eden pek çoktur. Hatta nurun biçare bir çakirdinin düşmanları dost olduğu vakit, onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i ilahiye cihetinde sesi kesilmiş.

Hem ona takdirle bakanlar, isabet-i nazar hükmüne geçip onu inciltiyor, hatta muasafaha etmekde tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

Senin vaziyetin nedir? Madem milyonlar kadar arkadaşların var. Neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?” diyenlere cevaben dedi: Madem mesleğimiz azamı ihlasdır. Değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, belki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek azami ihlasın iktizasıdır.

Mesela, Harb içinde avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’an-ı Hakimîn tek bir ayetinin, tek bir harfinin tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib katibine: “Defter çıkar”… diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’an’ın bir harfinin bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş. Ruhunun kurtulmasını tercih etmiş.

O kardeşimize sorduk: Bu acib ihlası nereden ders almışsın?” demiş iki noktadan.

Birisi: Alem-i İslamiyetin en acib harbi olan Bedir harbinde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için düşmanın hücumu ile beraber müchidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak… İki rekat sonra onlarda hissedar olsun diye Fahr-i alem aleyhissalatu vesselam bir hadisi şerif emretmiş olmasıdır.

Madem harpte bu rehsat var… Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek, en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstadı mutlak aleyhissalatu vesselamın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak biz de ruh-u canımızla ittiba ediyoruz”……….

Bu ders, Bediüzzaman Said-i Nursî’nin (rha) son dersi oldu. Bir daha talebelerini toplayıp, onlara ders verme imkanını bulamadı. Bu derste önemli unsurlar vardır.

Bediüzzaman Said-i Nursî’nin bu son dersi oldu. Bir daha talebelerini toplayıp onlara ders veremedi. Bu derste neler vardı?

Hoşörü vardı, kardeşlik vardı, ahlak vardı, edeb vardı, insanlara hatta muhaliflerine faydalı olacak herşey vardı.

Emniyeti sağlamak, sükûneti devam ettirmek, hadiseleri sabırla karşılamak vardı.

Müsbet hareket etmek, herkese yararlı olmak, beddua etmemek vardı. Bediüzzaman’ın bu son konuşmasında, insanım diyen, müslümanım diyen herkes için cemiyetin huzuru için, islam fıkhını esas alan devletin kurulması için, gerekli olan her şey vardı. Gelin görün ki Halk Partisi Genel Başkanı İsmet İnönü bu konuşmadan rahatsız adamları rahatsız gazeteleri rahatsız, kendisini inkılapcı ve Atatürkçü görenler rahatsızdır.

Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin talebeleri ile ders yapması başta Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri olmak üzere basın tarafından birinci sayfada iripuntolarla verilir.

Malum gazeteler, Bediüzzaman’ın bu son konuşmasını ileri sürerek memlekette dini bir ayaklanma oluyormuş havası vermeye çalışırlar.

Yıkıcı muhalefet Halk Partisi gazetelerden daha ileri giderek yıkıcı çalışmalarını artırır.

İsmet İnönü meclis kürüsüne çıkar, şöyle der:

“Siz Şeriatı hortlatıyorsunuz. İrticai hortlatıyorsunuz.”

Bediüzzama’ı onun için gezdiriyorsunuz.”

İnönü, “Şeriatı hortlatıyorsunuz” diyor.

Hortlatmak, yok edilmiş bir kötülüğün yeniden ortaya çıkmasını sağlamak demektir.

Şeriat: Allah’ın emri, Allah’ın kanunu, dini kaidelerin bütünüdür. Allah’ın emirlerine kötü demek, ne büyük bir bedbahtlıktır?

Adnan Menderes hükümeti, İsmet İnönü’nün kötü dediği şeriatı ortaya çıkarmaya çalışıyormuş, bunun için de Bediüzzaman’ı gezdiriyormuş.

Adnan Menderes’te meclis kürsüsünde İmet İnönü’ye şu cevabı verir:

“Allah aşkına! Paşa, niçin bu kadar dinden dindarlardan rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisinne ne ararları dokunmuş..

Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i faniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor? Niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor? Niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır? Anlamıyorum.”

Halk Partisi Genel Başkanı tekrar söz alı:

“Siz Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz, öyle zaman gelecek ki sizi; ben dahi kurtaramayacağım.”

İnönü’nün bu sözleri birkaç ay sonra meydana gelecek hükümet darbesinin içinde olduğunu göstermekteydi.

Kini İle Öldü Gitti

İnönü, İslam’ı yok etmek ve dindarları süründürmek için her çareye başvurmuştu. Din ile dindarlarla uğraşmak onun ana gayesi idi. Bir ihtirası daha vardı. Daima başta kalmak. Birleşmiş Milletlerin kuruluşunda çok partili hayat geçilmesi şart koşulduğu için, partilerin kurulmasına müsaade etmiş ve kendisinin devamlı başta kalacağını hesap etmişti. Hesabı tutmadı. On senedir başta olmaktan uzaktı. Üç seçimi de kaybetmişti. Seçimle başa gelmekten de ümidini kesmişti. Ama başa geçme ihtirası dine dindarlara Demokrat Partiye kini günbegün artıyordu. Bunun için hükümet darbesini teşvik etti. Ümit ediyordu ki, darbeciler onu başa geçirecekler. Başa geçirmediler, yapılan seçimi de kazanamadı. Yetiştirmesi olan Bülent Ecevit, onu Halk Partisi Genel Başkanlığı’ndan uzaklaştırdı. Hiç mi hiç arzu etmediği bir şey daha oldu. Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerinin düşüncelerine sahip Milli Selamet Partisi 1973 seçimlerinde meclise girdi. Bir ömür boyu yok etmek için çalıştığı inancın sahipleri mecliste yanında idi. Kendisi gibi söz hakkına sahipti. Al-i İmran uresinin (113.) ayetinde Allah “Kininizle ölün” buyurur. İsmet İnönü de kini ile öldü gitti….

Adnan Menderes, Bediüzzaman hazretlerine haber gönderir, hadieseler durulsun, ben seyahatlerine devam etmesi için haber gönderirim, der. Bunun üzerine Bediüzzaman hazretleri Emirdağı’na döner.

Son Bir İkaz

Gazeteler, Bediüzzaman ve talebeleri hakkında azılsız haberler yazmaya devam ediyorlardı.

Halk Partisi başta Genel Başkanları olmak üsere tehdidvari çalışmalarına devam ediyorlardı.

Halk Partisi’nin ve onun güdümündeki gazetelerin maksadı, Bediüzzaman ve talebelerine karşı yürüttükleri yıcı ve çirkin propaganda ile gelişmekte olan İslami havayı ve çalışmayı durdurmak, Demokrat Parti iktidarını yıkıp, 1950 öncesi karanlık devri geri getirmekti.

Bediüzzaman, Halk Partisi’nin bu niyetini anlamıştı, ama hükümet bu anlayışa ulaşamamıştı. Hükümetin ve bilhassa İçişleri Bakanı’nın Halk Partisi karşısında acz içinde bulunuşu köklü tedbirler alamayışı, bu yıkıcı muhalefeti daha da agın bir hale getirmekte idi. Bu durum Bediüzzaman Said-i Nursî hazretlerini son derece müteessir ediyordu. Halk Partisi’ni en iyi anlayan Bediüzzaman hazretleri idi. Çünkü onların iktidarında 27 senesini zindan ve sürgünlerde geçirmişti.

Hükümet köklü tedbirler almasa, devam eden anarşinin, numayişlerin ve mitinglerin sonu iyi görünmüyordu.

Ayrıca Risâle-i Nur eserlerinin yurt dışında basımı ve dağıtımı için müslüman ülkelerden yoğun istek geliyordu. Bunun sağlanması için de hükümetin ve Risâle-i Nurlara ilgi duyan Demokrat Partili milletvekillerinin görülmesi gerekiyordu.

Bütün bu durumları anlatmak, ilgilileri ikaz etmek üzere hasta olmasına rağmen Ankara’ya gitmeye karar verdi. 11 Ocak 1960’da Emirdağı’ndan ayrıldı. Ankara’ya yaklaştığı zaman, arabanın radyosundan hakkındaki hükümet kararnamesini dinledi. Hükümet Bediüzzaman hazretlerini halk partisi devrinde olduğu gibi, Emirdağı’nda iskana tabi tutuyor, Emirdağı dışına çıkmasını yasaklıyordu.

Karara rağmen Bediüzzaman hazretleri Ankara’ya gidip, yetkililerle görüşüp, onları ikaz etmeyi istedi. Yoluna devam etti. Ankara’ya girişte polisler karşıladılar, hükümet kararını kendisine tebliğ ettiler. İlgililerle görüşemeden Emirdağı’na geri döndü.

Basın, Bediüzzaman hazretleri hakkındaki hükümet kararını büyük puntolarla birinci sayfalarında verdi. Halk Partisi’nin isteğinin yerine getirilmesi olarak değerlendirdi.

Bediüzzaman Said-i Nursî Isparta’daki evinde de sağlık yönünden kalmak istediğini ilgili makamlara bildirdi. Hükümette Isparta’da kalmasına göz yumdu.

Bediüzzaman tekrar sıkı bir kontrol ve takip altına alındı. Kapısına nöbetçi kondu.

Emirdağ ve Isparta’da hareket serbestesine sahipti. Karanlık devirde olduğu gibi eza ve cefa yoktu.

Bediüzzaman hazretlerinin Emirdağı’nda mecburi iskana tabi tutulması, Halk Partisi karşısında Demokrat Parti’nin bir işine yaramadı. Halk Partisi’nin tarhikleri ile nümayişler devam ediyordu. Demokrat Parti hükümetinin verdiği hiçbir tavizz, iktidar hırsı ile yanıp tutuşan ihtiyr İsmet İnönü’yü tatmin etmiyordu. Halk Partisi ordu içindeki uzantıları ile temaslarını sıkılaştırarak devam ettiriyordu.

Scroll to Top