urum Medine’ye bildirildi. Hz. Ömer danışma meclisini topladı. Durum müzakere edildi. Heyecanlı konuşmalar yapıldı: “Ey mü’minlerin emiri! Allah rızası için kardeşlerimizin hayatını korumak için, gidip kendi hayatımızı feda etmeye bize izin ver dediler”. Takviye kuvvet gönderilmeye karar
verildi. Haberci, düşman dört konak mesafede dedi. Hz. Ömer düşmanın mevkiini öğrenince vah vah, bu kadar kısa zamanda imdat onlara nasıl yetişir?” dedi.
Ebu Ubeyde’ye bir mektup yazdı, bu mektubun her askeri safta okunmasını istedi. Hz. Ömer mektubunda şunları yazıyordu: “Ömer size selam eder veder ki: Ey Müslümanlar! Düşmanlarınızı en uygun şekilde karşılamalı ve onların üzerine arslanlar gibi atılmalısınız. Birbirinize karıncadan daha yumuşak olmalısınız. Gerçekten onları yeneceğinize inanıyoruz.” Mektupla birlikte bin kişilik bir kuvvet geldi. Mektup ve bin kişilik takviye kuvveti, Müslümanlara yeni bir ruh ve güven verdi.
Yermük Savaşı
İki yüz bin kişilik Bizans ordusu Yermük’a geldi. İhtişam içindeydi. Bizans ordusu tam manası ile bir gurur ve kibir abidesi idi. Dev büyüklükte haçlar papazların ellerinde yükseliyordu.
Yirmi dört saf derinliğinde dizilmişlerdi. Her safın önünde papazlar, ellerinde haçlar askerleri savaşa teşvik ediyorlardı.
Müslüman ordusu 35 bin askerden ibaretti. Müslüman ordusunda gönüller Hakk’a yönelmişti. O’na güveniyorlar, O’ndan yardım istiyorlardı. Zafer ve şehitlikten başka bir şey düşünmüyorlardı.
İki ordu birbirine yaklaştı. Bizanslı, herkül gücüne sahip dev cüsseli bir şövalye meydana çıktı, er diledi. İslâm ordusundan Kays bin Habira karşı çıktı. Bizanslı şövalye silahına davranmadan Kays palası ile başına bir darbe indirdi, çelik miğferi yarıldı. Kafası boyun hizasına kadar ikiye yarıldı, sendeledi, atından yere düştü. İslâm ordusundan yeri göğü dolduran; “Allahû Ekber” sevinç nidaları göklere yükseldi.
Üç Hıristiyan cengâver meydana çıktı ise de onların sonu da, şövalyenin sonu gibi idi.
Akşam, Bizans imparatoru kumandanlarını topladı. Suriye’nin zenginliği Müslümanları buraları terk etmeyecek kadar cezbetti, onlara para verelim hırslarını tatmin edelim, buradan gönderelim dedi. Teklifi kabul edildi. Müslümanlardan elçi istemek için haberci gönderildi. Bizans’ın habercisi George adında bir general akşam namazı kılınırken İslâm ordusu karargâhına ulaştı. Namaz kılınmasını seyretti, namazdan sonra sorular sordu. Müslüman oldu.
Bizans ordusuna İslâm elçisi olarak Halid bin Velid gitti. İhtişam ve debdebe içinde karşılandı. Bizans ordusu kumandanı Bizans kralını övmeye başladı:
“Bizim imparatorumuz yeryüzündeki bütün hükümdarların hükümdarıdır” dedi.
Halid bin Velid: “Sizin hükümdarınız dediğiniz gibi olabilir. Fakat bizim seçtiğimiz halifemiz, bir an için bize tasallut etmeye kalksa, O’nu derhal vazifesinden uzaklaştırırız” dedi.
Bizans ordusu kumandanı uzun uzun Bizans’ın zenginliğinden, ihtişamından ve gücünden bahsettikten sonra sözlerini şöyle sona erdirdi: “Ey Arabistan halkı, memleketimize yerleşen vatandaşlarınıza daima dostane münasebette bulunduk. Onlara yağdırdığımız bunca iyilik ve lütfu bütün
Arabistan’ın minnetle takdir etmesini beklerken, sizler, bunun hilafına hudutlarımıza tecavüz etmiş bulunup bizi buralardan kovmayı arzu ediyorsunuz. Yeryüzünün en cahil, en barbar ve en fakir milleti olan sizler hayale kapılıyorsunuz. Bu doğrudan doğruya haddini bilmemezliktir. Fakat bunu müsamaha ile karşılıyoruz. Eğer buradan sulh ve sükûn içinde ayrılırsanız, başkumandanınıza on bin, diğer subayların her birine biner, askerlere de yüzer altın hediye veririz.”
Allah’ın Rahmeti Üzerimize Yağdı
Halid bin Velid: Allah’a hamd etti, Peygamber’e salat ve selam getirdi ve şöyle dedi:
“Şüphesiz ki varlıklı, zengin ve hükümran bir milletsiniz. Komşu Araplara göstermiş olduğunuz âlicenap muamelenin farkındayız, fakat bunu bir lütuf olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu dininizi yaymak düşüncesi ile başvurduğunuz bir oyundur. Bunun neticesi olarak Hıristiyanlığa
döndürdüğünüz halkımız bizimle savaşmak için sizin yanınızda yer almış bulunmaktadır.
Son derece fakir, meteliksiz, başıboş dolaşan bir göçebe sürüsünden farksızdık. Bunu inkâr etmiyoruz.
Kalabalık ve cehaletimiz öylesine zirveye ulaşmıştı ki, kuvvetli zayıfı ezer, ihtilaf, kavga ve harplerle kabileler telef olurdu. Bir sürü tanrıya tapardık, kendi ellerimizle putlar imal eder, bunların önünde eğilirdik.
Fakat Allah rahmetini üzerimize yağdırdı. Bize içimizden hepimizin en âlicenabı ve en faziletli olanı peygamber olarak gönderdi. O bize Allah’ın birliğini öğretti.
Allah’ın ortağı, karısı, çocukları ve O’ndan başka ilah olmadığını anlattı. Bu inançları bütün dünyaya yaymamızı emretti.
Bunları kabul eden, kim olursa olsun Müslüman ve bizim kardeşimiz olur.
Onları kabul etmeyip cizye ödemeye razı olanı himaye eder ve koruruz. Fakat her iki şıkkı da kabul etmeyenlerle aramızda hakem kılıçtır.”
Halid bin Velid, düşmanın para teklifini reddetti. Düşman Müslüman olmayı kabul etmedi. “Biz cizye vermeyiz, alırız” dedi. İş kılıca kaldı.
Savaş Başlıyor
“Yermük Savaşı” ertesi sabah gün ağarması ile beraber düşmanın korkunç hücumu ile başladı. İslâm tarihinin en büyük ve en mühim savaşlarından biri yapıldı.
Düşman devamlı hücum ediyordu. Müslümanlar ise savunmada idi. Düşman hücumu o kadar şiddetli idi ki, Müslümanlar hücum imkanı bulamıyorlardı.
Bir yazar savaşı şöyle anlatır: “Savaş adeta kudurmuş, tarifi imkânsız bir gazap ve şiddetle sürüp gidiyordu. Karşılıklı öldürmeler ürpertici bir şiddetle hüküm sürüyordu. Kesilen başlar, eller ve omuzlar meydana her taraftan serpiliyordu.”
Ezd kabilesi on bin mücahitle savaşa katılmıştı. Düşmanın en büyük hücumu bunlar üzerine oldu. Kabile reisi Amr bin Tüfeyl hasımlarını kılıcı ile kesip biçiyor ve her vuruşta: “Ezdliler dikkat edin. Sizin yüzünüzden Müslümanların itibarı sarsılmasın” diyordu. Dokuz meşhur düşman süvarisi Amr’ın kılıcı ile can verdikten sonra O da şehit düşüyor.
Kubays bin Üşeym kırılan kılıçlarını atıyor: “Allah’a canı teninden çıkmadıkça sırtını savaş meydanına dönmeyeceğine dair söz verene bir silah ödünç verin” diye bağırıyor, ödünç aldığı silahla düşmanın üzerine yeniden saldırıyordu.
Habeş bin Kays savaşa öyle kendisini vermişti ki, bir düşman kılıç darbesiyle ayağının birini kopardı. O farkında değildi, savaşmaya devam ediyordu. Zaman geçti, ağrı kendisini hissettirince ayağını aradı, ayağına ne olduğunu sordu.
Ebu Cehil’in oğlu İkrime, Mekke fethine kadar Peygamber (sav) ile savaşmıştı. Fetih sonrası Müslüman olmuştu. Peygamberle savaştığı için hep hüzünlü idi.
“Daha çok Allah yolunda savaşmalıyım ki, geçmişi telafi etmeliyim” diyordu. Allah yolunda savaşıyordu.
İkrime kendisi gibi olan amcası Âsi’nin oğlu Hişam ile birlikte: “Ölünceye kadar savaşmaya kim söz verir?” dediler, dört yüz serdengeçti ile birlikte düşman üzerine atıldılar. Düşmanı biçtiler, durdurdular, kendileri de şehit oldular.
Halid bin Velid İkrime’yi aradı, ceset yığınları arasında buldu, başını kendi dizine dayadı. İkrime, Halid’in dizlerinde son nefesini verdi, şehadet rütbesine erdi.
Muaz ibni Cebel hazretleri atından atladı, yaya dövüşmeye başladı. Oğlu yaya savaşıyordu, babasının atına atladı, atlı savaşmaya başladı.
Kadınlar, hem yaralıları tedavi ediyorlar hem de askeri savaşa teşvik ediyorlardı. Hem de gerektiği zaman düşmanla bizzat savaşıyorlardı.
Uhud’da Hz. Hamza’nın ciğerini koparıp çiğneyen Hind, Yermük’te Müslüman olarak İslâm askerlerini savaşa teşvik ediyordu.
Hind’in kocası Ebu Sufyan ise: “Allah’a yemin ederim ki, sizler İslâm’ın dayanağı ve yardımcıları, onlar ise Rumların desteği ve Allah’ın düşmanlarıdır.
Ey Allah! Bugün senin günlerinden biridir. Sana hizmet edenlere yardım et” diye dua ediyor ve askeri savaşa teşvik ediyor, savaşta bir gözünü kaybediyordu.
Yermük savaşında, Bedir gazilerinden yüz kişi, Peygamber (sav) sahabesinden de bin kişi vardı.
Savaş öyle şiddetli devam ediyordu ki, mücahitler öğle ve ikindi namazlarını işaretle kıldılar.
Bizans generallerinden Yorgi, Halid bin Velid ile karşılaştı. Vuruşmayı durdurdu. Halid’e sorular sordu. Müslüman oldu. Günün başlangıcında Hıristiyan olan Yorgi, günün sonunda şehit oldu.
Dalga dalga gelen düşman hücumları durdurulmuştu. İslâm cephesinde açtıkları gedikler de doldurulmuştu. Düşmanda yorgunluk alâmetleri görülmüştü. Savaşın başlangıcında Bizanslı şövalyenin başını palasıyla boynuna kadar
ikiye ayıran Kays bin Habira başında bulunduğu süvari birliği ile aniden düşmana öyle bir hücum etti ki, düşman süvarileri geri kaçtı, kaçarken kendi piyade askerlerini darmadağın etti.
Halid bin Velid, Said bin Zeyd bütün güçleri ile düşmanın merkezine hücum ettiler. Düşmanın merkezi bozulmuştu. İslâm ordusu bütünü ile düşmana saldırdı. Düşman toparlanamadı, kendine gelemedi. Kaçış imparatorun bulunduğu Antakya’ya kadar devam etti.
35 bin kişilik İslâm ordusu, bir gün içinde 200 bin kişilik Bizans ordusunu yenmişti. Küfür mağlup olmuş, İslâm zafere ermişti.
İslâm ordusu durmadı, düşmanı takip etti. Antakya’da bulunan Bizans imparatoru Herakliyüs “Elveda Suriye” dedi, İstanbul’a kaçtı.
İslâm ordusu Halep’i, Antakya’yı fethetti. Maraş’a kadar ilerledi. Düşmanda öyle bir korku meydana geldi ki, nerede bir İslâm askeri birliği görülse, hemen beyaz bayrak çekiyor, teslim oluyorlardı.
“Yermük Savaşı”nın zayiatı, 75 bin-100 bin arası Bizans ölüsü, 3 bin müslüman şehidi idi. Şehitlerin başında İkrime, Amr bin Said, Eban bin Said, Said bin Haris, Nazir bin Haris gibi kumandanlar gelmektedir.
Yermük Savaşı’nda sağ kalan, isimleri bilinen kumandanlar ise; Ebu Ubeyde bin Cerrah, Halid bin Velid, Amr bin As, Muaz bin Cebel, Kubays bin Üşeym, Haşim bin Utbe, Kays bin Habira, Meysire bin Metruk, Şurahbil, Said bin Zeyd, Yezid bin Ebu Sufyan ve Zübeyd kabilesi başkanı Haccac…
Her iki tarafın da yaralı sayısı belli değildi.
Başta halife Ömer olmak üzere Medine, endişe ile savaşın neticesini bekliyordu. Huzeyfe bin el-Yemanî zafer müjdesi getirdiği zaman şükran secdesine kapandılar. Allah’a şükrettiler.
İslâm tarihinin en büyük zaferi kazanılmıştı. Bu zafer Müslümanların yekvücut halinde bütün tedbirlere başvurarak, Allah’a sığınarak kazandıkları bir savaştır. Allah’ın rahmeti ve yardımı birlik halinde olan, Müslüman’ca hareket eden müslümanlarla beraberdir. Yermük harbi bunun bir göstergesidir.
Merhum Mehmet Akif, Yermük harbindeki birlik ve kardeşliği, son zamanlardaki dağınıklığımızı anlatan şiirinde şöyle der, rahmete vesile olması niyazı ile buraya alıyoruz:
Vahdet (Birlik)
Huzeyfetül-Adevi der ki: “Harb-i Yermûk’ün,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindiüstü biraz gevşeyince, sanki kıtal,
Silahı attım elimden, su yüklenip derhal,
Mücahidin arasından açıldım imdada,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrada.
Ne mârekeydi ki, çepçevre, göğsü yandı yerin!
Hüdâ’ya kalbini açmış, yatan bu gövdelerin,
Şehidi çoksa da, gazisi hiç mi yok? derken.
Derin bir inleme duydum… Fakat bu ses nerden?
Sırayla okşadığım sineler bütün bî-ruh…
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecruh.
Dedim: Biraz su getirdim, içer misin, versem?
Gözüyle: “Ver!” demek isterken, arkadan bir elem,
Enine başladı. Baktım: nigâh-ı merhameti,
“Götür!” deyip bana iymâda ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu, anladım, ibrâm;
O yükselen sese koştum ki: As’ın oğlu Hişam.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;
Su istiyordu garibin dönüp duran nazarı.
İçirmek üzere eğildim üçüncü kısa bir “ah!”
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan nâgâh!
HİŞAM’ı gör ki, o halinde kaşlarıyla bana,
“Ben istemem, hadi, git ver, diyordu, haykırana”,
Epey zaman aradım ah eden o muhtazarı…
Yetiştim, âh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!
Hişam’ı bari bulayım, dedim, hemen döndüm;
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm
Demek, bir amcamın oğlunda vardı, varsa, ümit…
Koşup hizasına geldim; o kahraman da şehit.”
Şarkın ki mefâhir dolu, mazi-i kemâli,
Yâ Rab, ne onulmaz yaradır şimdiki hâli!
Şirazesi kopmuş gibi, manzume-i iman,
Yaprakları yırtık, sürünür yerde, perişan.
“Vahdet” mi şiârıydı? Görün şimdi gelin de:
Her parçası bir mel’abe eyyamın elinde!
Tarihine mev’ûd-u ezelken “ebediyet”,
Ey, tefrika zehriyle şaşırmış giden ümmet!
“Nisyân”a çıkan yolda mı kaldın güm-rah?
Lâ-havle velâ-kuvvete illâ-bil-lâh! (Safahat)