Ankra’nın Yaptıkları
Bediüzzaman Molla Said, Van’da da gurbet duygusundan kurtulamaz.Arkadaşları yok, eski talebeleri yok. Memleket harap, halk fakir ve yoksul, Ankara’da yapılanlar dalga dalga vatanın her tarafını kaplamakta. Medreseler kapatılmakta, Kur’an öğrenimi yasaklanmakta, vatanın kurtuluşu için çalışan ve çarpışan vatan evlatları, vatan haini diye yakalnmakta ve idam edilmektedir.
Bediüzzaman Molla Said, kırk senedir giydiği o meşhur kıyafetini terk eder, yarı derviş elbisesi giyer, yeni elbiseyi giyerken de İmamı, İmam Şafii’nin kıyafetini örnek alır. 9-10 ay Nurşin camiinde kaldıktan sonra 1924 yazında Erek dağında inzivaya çekilir, orada ibadet, taati zikir ve tefekkürle meşgul olur. Erek Dağında bir kısım yeni talebeleri de yanındadır. Onlara ders okutur, manen yetişmelerini sağlar, zaman zaman şehre iner, Nurşin camiinde halka vaz-u nasihatte bulunur.
Anakra hükümetinin din aleyhtarı çalışmaları ve halk üzerinde zulme kadar varan baskıları, yer yer ayaklanmalara sebep olmakta ve her ayaklanma, kanlı bir şekilde bastırılmakta ve daha sert ve haşin tedbirlerin alınması sonucunu doğurmaktadır. Buna rağmen Ankara hükümetinin çıkarttığı bazı kanunlara karşı da halkın direnişi de devam etmektedir.
Palulu Şeyh Said
1925 yılında çıkarılan şapka kanunu memleketin her tarafında isyanlara sebep olur, bu isyanlar bahane edilerek bir çok vatan evlatları ve alimleri idam edilir.
Şapka kanununa ve genellikle Anlara’nın din aleyhtarı tutum ve davranışına karşı düşünce üretenlerden biri de Palulu Şeyh Saiddir.
Şeyh Said, dindar, alim ve Nakşibendi tarikatının şeyhlerinden biridir.
Şeyh Said, hükümetin yaptıklarından memnun değildir. Yapılanları dine aykırı buluyor, inançlara tecavüz sayıyordu.
Bunun için şark vilayetlerini dolaşıyor, halkı uyarıyordu.
Şeyh Said’in maksadı, gerekli halk desteğini aldıktan sonra Ankara’ya heyetler gönderip yapılan işlerin durdurulmasını istemekti.Şeyh Said’in düşüncesinde hemen silahlı bir kıyam yoktu. Bir hadise, işlerin Şeyh Said’in istediği gibi yürümesine engel oldu. Ateş kıvılcımı her tarafı sardı. Silahlı çatışma başladı.
10 Şubat 1925 tarihinde bir üsteğmenin kumandasında Jandarma müfrezesi Diyarbakır’ın Piran kasabasına gelir. Bir mahkumu takip etmektedirler. Kasabada düğün vardır. Mahkum da düğündedir. Merhum Şeyh Said de düğün davetlileri arasındadır.
Üsteğmen düğünde bulunan mahkumun teslimini ister. Kasaba ileri gelenleri üsteğmene yalvarırlar, düğünün sonunu beklemesini, düğün sona erdikten sonra teslim edeceklerini bildirirler. Üstüğmen kabul etmez, mahkumun derhal teslimi ister. İş Şeyh Said merhuma intikal eder. Şeyh Said de Üsteğmene “Düğün bitsin, ben onu kendi elimle size teslim ederim” der. Üsteğmen Şeyh Said’in de sözünü dinlemez. Jandarmalara mevzi almalarını emredir. Silaha başvurur. Bu arada üsteğmenin hareketini takip eden Şeyh Said’in kardeşi küçük kardeşi Abdurrahman kızgınlıkla silahını çeker, ateş eder. Çatışma çıkar. Üsteğmen ve iki jandarma eri ölür..
Hükümet işe el koyar. Şeyh Said’n yakalanmasını emreder. Çatışmalar genişler. Hadise, Şeyh Said’in kontrolünde değildir. Baskınlar, yağmalar, katliamlar birbirini takip eder. 12 Nisan 1925 de Şeyh Said yakalanır.29/6/1925 de 48 arkadaşı ile birlikte idama mahkum edilir 30/6/1925 de İstiklal mahkemesinin idam kararları uygulanır. Şeyh Said ve 48 arkadaşı idam edilirler.
Şeyh Said’in “Kürt Krallığı” kurmak için ayaklandığını söylerler. Bu yalandır. Şeyh Said alim, abid, zahid bir müslümandı. Dinin korunması ve yaşanılması dışında hiçbir emeli ve arzusu yoktu. Irkçı ve bölücü hiçbir hareketi de hayatı boyunca görülmemiştir.
Şeyh Said’in İngilizlerin teşviki ve telkini ile isyan ettiği söylenir. Bu söylenti de yalandır. İngilizler, Ankara’daki idarecilere son derece yakındır. Ankara’dan memnundur. Onların isteği ile Ankara halifeliği kaldırmış bilinen kanunları yapmıştır. Kaldı ki, Şeyh Said merhumun İngilizlerle görüşmesi dahi söz konusu değildir.
Şeyh Said ve 48 akadaşı idam edilir. Çarpışmalar esnasında ve sonrasında bir çok köy ve kasaba katliama tabi tutulur onbinlerce masum insan öldürülür. İş bununla da bitmez. Bu iş bahane edilerek hadise ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sürü insan, alimler, kabile reisleri, sözü dinlenir kimseler Türkiye çapında yurtlarından, yuvalarından alınır. Sürgüne gönderilir. Bir çokları da sürgün yollarında can verir.
Sürgün Yollarında
Sürgün işi, Bediüzzaman Molla Said’i de inzivada bulunduğu Erek Dağı’nda yakalar. Bediüzzaman Molla Said’in bir hadiseye karışmaması için Şeyh Said’e yazdığı mektup, Şeyh Said’in üzerinde bulunmasına rağmen, Ankara hükümeti Bediüzzaman Molla Said’in sürgüne gönderilmesine karar verir.
Sürgün haberi Bediüzzaman Molla Said’e ulaşır. Bediüzzaman Molla Said’i sevenler ve fedai talebeleri onu kaçırmak ve İran’a geçirmek ister, fakat o kabul etmez. Van ve civarı Şeyh Said hadisesine karışmamasına rağmen sürgüne tabi bututulur.
Van’daki sürgün kafilesinin en önünde Bediüzzaman Molla Said’le Van müftüsü Şeyh Masum Efendi vardır. Kelepçe ile elleri birbirine bağlıdır. Sürgünler kafilesi Van’dan Trabzon’a doğru yaya yola koyulurlar, ikişer kolla giderler. Sürgün kafilesinin uzunluğu bir kilometreyi bulmaktadır. Etrafları daima silahlı askerlerle çevrilidir. Ay Marttır. Doğunun en soğuk günleridir. Aynı zamanda Ramazan ayıdır.
Ağrı, Erzurum yolu ile o kış ve kıyamette Trabzona gelinir. Tranbozn’dan gemi ile İstanbul’a sevk edilirler. İstanbul’da Bediüzzaman Molla Said’i emniyette alıkoyarlar. Yeniden sorguya çekerler. Bir suç bulamazlar. Ankara’nın emri beklenir. Bediüzzaman Molla Said eski çalıştığı “Darul Hikmet-il İslamiye”nin bulunduğu Meşihat dairesinin ne halde olduğunu sorar. Aldığı cevap karşısında “Eyvah” der. Bu hadiseyi kendisi şöyle açıklar:
Dans Yeri Yapılan Şeyhulİslamlık Binası
“… Ben menfi (sürgün) olarak İstanbul’a getirildiğim vakit bir zaman Meşihat-ı İslamiye diresinde bulunan Darul Hikmet-il İslamiyedeki hizmeti-Kur’aniyeye çalıştığım için, o alakadarlık cihetinden (yönünden) “Meşihat dairesi ne haldedir?” diye sordum.
Eyvah!.. Öyle bir cevap aldım ki, ruhum kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki; Yüz sene Envarı Şeriat’ın (Şeriatın nurlarına) mazhar olmuş olan o daire büyük kızların lisesi ve mel’abegahıdır( oyun ve dans yerleridir).
İşte o vakit, öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki; dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemali meyusiyetle (en büyük üzüntü ile) “Ah,vah!… ederek, dergahi ilahiyyeye müteveccih oldum. (döndüm) ve bizim gibi kalpleri yanan çok zatlaarın hararetli ahları benim ahıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânînin duası ve himmetini duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi bilmiyorum. Fakat herhalde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulümattan kurtarmak için bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat (Şeyhul İslamlık dairesi) yandı. Herkes vâ esefâ! Dedi. Ben ve benim gibi yananlar elhamdulillah dedik.”
1950 Öncesi Devrin İslam Düşmanlığı
Bediüzzaman Molla Said’e “Eyvah!” dedirten İmparatorluğun Şeyhulislalık binası, kızlara oyun ve dans yeri yapılmakla zulme uğrayan tek yer değildi.
İmparatorluk ve müslümanlık damgası bulunan her şey bu zulümden nasibini almıştır.
Osmanlı ve müslümanlığı çağrıştırıyor diye güzelim sanat eseri levhalar, kitabeler, çeşmeler, saraylar, köşkler, tekkeler, medreseler, türbeler, mescidler, camileri Kur’an harfleri ile yazılmış kitaplar ve Kur’anlar ya tahrip edilmiş, ya satılmış, ya oyun eğlence yeri gibi kullanılmış, yahut da kapısına kara kilit vurulmuştur.
1950 öncesi Kayseri’de ibadete açık Selçuklulardan alma iki cami vardı. Bunlar Câmi-i Kebir ve Hunat camileri idi. Bu iki caminin yanında yine Selçuklulardan kalma tarihi camiler: Han Cami, Lale Cami, Gülük Cami ve Hacı Kılıç Camileri kapalı idi. İbadete açık değildi. Belediyenin ve ordunun depoları olarak kullanılıyordu. Tarihi çok değeri olan kapı, mihrap ve minberleri tahrip edilmişti. Medreselerin durumu ise içler acısı idi. Kayseri’de olan bu durum memleket çapında daha kötü idi.
1950 Öncesini Temize Çıkarma Çabaları
1973’de, Cumhuriyetin ellinci yılı dolayısı ile o zamanki Diyanet İşleri Başkanı Dr. Lütfü Doğan tarafından “Elli yılda Dini yapılar” adı altında bir çalışma başlatıldı. Cumhuriyet döneminde yapılan cami, mescit, mütfülük binası ve Kur’an kursu binalarının tespiti ile bir albüm halinde yayınlanması kararlaştırıldı. Bütün il ve ilçe müftülükleri vasıtası ile yapılan bu çalışma, Dr. Lütfü Doğan’ın:”Allah’a hamd olsun Cumhuriyetimizin 50. Şeref yılına kavuştuk ve onu imkanlar ölçüsünde kutlama mutluluğuna erdik” sözleri ile başlayan bir önsözle 1973 yılında yayınlandı.
Bu albümden çıkan sonuçlar şöyledir:
1950 yılından önce yapılan hiçbir müftülük binası yoktur.
1950 yılından önce yapılan hiçbir Kur’an kursu binası yoktur.
1950 yılından önce cami yapma teşebbüsleri ise şöyledir:
Zonguldak Kozlu bucağı “Aziziye Camii” 1949’da başlamış, 1953’de tamamlanmıştır.
İstanbul Zeytinburnu “Telsiz Camii” 1948’de başlamış 1950’de tamamlanmıştır.
Gaziantep “Saçaklı Camii” 1949’da başlamış, 1951’de tamamlanmıştır.
Tatvan “İbadullah Camii”, 1940’da başlamış, 1961’de tamamlanmıştır.
Tatvan “Eski Camii” 1943’de başlamış, 1957’de tamamlanmıştır.
1950 yılından önce Türkiye çapında altı cami yapma teşebbüsü olmuş ancak bu camilerin inşaatı 1950 yılı Mayıs ayının 14ünde yapılan genel seçim sonunda halk partisinin iktidardan uzaklaşması ile tamamlamıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı “Elli Yılda Dini Yapılar” albümünde iki cami vardır ki 1950 yılından önce inşasına başlanmış ve inşası tamamlanmıştır. Bunlar:
Eskişehir “Çarşı Camii” ile, İzmir “Alsancak Camii” dir.
Eskişehir Çarşı Camii 1931’de başlamışi 1933’de tamamlanmıştır.
İzmir AlsancakCamii 1947’de başlamış, 1949’da tamamlanmıştır.
1927 sayımında nüfusumuz 13.648.270 iken, 1950 sayınımda nüfusumuz 20.947.188 olmuştur. 1927-1950 yıllarında artan nüfus 7.298.918’dir. 7 milyon nüfusa karşı yapılan cami sadece iki tanedir: Eskişehir Çarşı Camii ve İzmir Alsancak Camii’dir.
Bu zaman zarfında yaktırılan, satılan, yok edilen, depo, ardiye hatta eğlence yeri yapılan camilerin sayısı binleri bulmaktadır. Öyle zannediyorum ki, 1950’den önce yapılan bu iki camide o zamanki hükümetin müsadesi ile yapılmamıştır. Bu camilerin neden ve nasıl yapıldığı konusunda albümde bir bilgi yoktur.
Bugün, ne kadar tarihi eser varsa o günleri yaşayanlar bilirler ki, 1950 yılından önce hepsi dökülüyordu, haraptı. Bu eserler 1950 yılından sonra yapılan tamiratlarla korunabilmiştir. Hala korunamayanlar ve gayesinin dışında kullanılanlar vardır. Vakti ile 1950 öncesi zihniyetin koyduğu zalim kuralların zulmü altındadır. Ayasofya Camii gibi.
Bediüzzaman Molla Said’in “Ey vah” dediği Şeyhülislamlık binasının kızlara oyun ve dans yeri yapılması insanın dışında diğer varlıklar içerisinde görülen tek zulüm değildir. Bu memleketin taşı ve toprağı da vatan sathında bu zulme giriftar olmuştur.
İlk Sürgün Yeri ve İlk Risâle-i Nur’un Yazılması
Bediüzzaman Molla Said, İstanbul’dan Burdur’a gönderilir. Deniz yolu ile İzmir- Antalya üzerinden jandarmaların gözetimi altında Burdur’a gelir. Burdur Bediüzzaman’ın ilk sürgün yeridir. Burdur aynı zamanda “Risale-i Nur” eserlerinin ilk yazıldığı yerdir.
Bediüzzaman Molla Said Burdur’da eski bir medreseye yerleştirilir. Gözetim altında tutulur, sıkı bir köntrol altındadır. Bütün bunlara rağmen Bediüzzaman’ın alim bir zat olduğunu duyanlar onu ziyaret ederler, sohbetlerini dinlerler. Sohbetlerini dinleyen ilimden ve imandan nasibi olanlar ondan ayrılamazlar. Bediüzzaman’ın sohbetlerini dinleyenlerden yazı yazabilenlere, “Risale-i Nur”un ilk derslerini “Nur’un İlk Kapısı” ismi altında yazdırır. Yazılan dersler yeni nüshaları yazılarak çoğaltılır. Bu çoğaltılan nüshaların her biri evlerde toplu halde okunarak yeni sohbet grupları teşekkül eder. Bu sohbetlere devam edenler, “Risale-, Nur” un ilk talebeleri olurlar.
“Nur’un ilk kapısı” nda on dört ders vardır. Her dersin başında besmele ve bazısında bir ayeti kerime ve bazısında da birkaç ayeti kerime vardır. Ayet-i Kerimelerin Türkçeleri derslerde yer almaz. Derslerin bazısı kısa, bazısı da uzundur. Umumiyetle dersler de temsili hadislere yer verilir. Bu temsillerle konunun daha iyi anlaşılması sağlanır.
Dersler “ey” hitabı ilebaşlar. Bu hitabın muhatapları insandır, gaflete düşenlerdir. Bizatihi Bediüzzaman Molla Said’in kendisidir. Avrupadır, kafirlerdir.
“Nur’un ilk kapısı” nın dersi şöyle başlar:
“Ey insan! Nedendir ki, şu azim (büyük) ticarete girmiyorsun?”
Rabbi Kerim, senin yanında emaneten koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor.
Taki zâyi olmaktan muhafaza etsin.
Hem bin derece kıymeti yükselsin.
Hem bedeline büyük bir fiyat veriyor.
Hem istifaden için senin elinde bırakıyor.
Hem külfet-i idaresini kendisi deruhte ediyor.(üzerine alıyor)
İşte sana beş mertebe kâr içinde kâr!
Halbuki ey gafil!
Ona satmadığından, emanete hıyanet ettin.
Hem bütün bütün kıymetten düşürttün.
Hem bilâ-fâide(faydasız) senin elinde zayi olacak.
Hem de o yüksek fiyat elinden gidecek.
Hem senin zimmetinde günahı ile tekalif-i idaresi(idare külfetleri) ve âlâmı (elemleri-acıları) ile zahmet-i muhafazası kalacak.
İşte beş müthiş derecede hasaret(zarar) içinde hasaret.
Bediüzzaman Molla Said, “beş mertebe kâr içinde kâr” ile “beş müthiş derecede hasaret”i ilk dersinin başına aldığı, tevbe suresinin 111. Ayet-i Kerimesini açıklamak için anlatır.Ayet-i Kerime’nin Türkçesini dersine almamıştır. Ayet-i Kerime’nin Türkçesi şöyledir:
“Allah müminlerden mallarını ve canlarını, kendilerine verilecek Cennetkarşılığında satın almıştır.
Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Bu Tevratta, İncilde ve Kur’anda Allah üzerine hak bir vaaddir.
Allahtan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır?
O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin.
İşte bu gerçekten büyük bir kazançtır.”
Bu ayet-i kerime, akabe biatı dolayısıyla nazil olmuştur. Mekke’de akabe biatında Ensar’dan 70 kişi Rasulallah’a biat ederken, içlerinden Abdullah bin Revaha;
“Ya Rasulallah! Rabbin ve senin için şartların nedir?” diye sordu.
Rasulullah buyurdu ki:
“Rabbim için şartım O’na ibadet etmeniz, O’na hiçbir eş tutmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartımda canlarınızı ve mallarınızı nasıl müdafaa ediyorsanız beni de öyle muhafaza etmenizdir.”
Tekrar soruldu:
“Böyle yaparsak bize ne vardır?”
Rasulullah: “Cennet vardır.” Diye cevap verdi.
Onlarda:
“Ne karlı alış veriş! Bundan ne döneriz ne de dönülmesini isteriz.”dediler.
Bu alış verişi onaylamak, Allah yolunda yeni alış verişlerde bulunacaklara müjde vermek üzere bu ayeti kerime nazil olmuştur.
Bu alış veriş yapılırken müslümanlar en zayıf durumda kafirler ise, en azgın bir halde idi.
Bediüzzaman Molla Said Risale-i ur’un ilk dersini verirken de durum aynı idi. Düşünen müslümanlara ölümün, hapishanenin ve sürgünün dışında bir hayat tanınmıyordu. Bediüzzaman Molla Said’de sürgünde edindiği talebelerinden Eshabın cesaret ve kararlığını istiyordu. Şunu şükranla ve rahmetle belirtmek gerekir ki, Risale-i Nur’un ilk talebeleri bu azim cesaret ve kararlılığı göstermişler, sürgünde ve zindanda üstadımızın dedikleri Bediüzzaman Molla Said’den bir an bile ayrılmamışlardır. Bu uğurda her türlü eza vecefaya seve seve katlanmışlardır. İşlamın emirlerine sarılmışlardır. İslamın yasak ettiği hallerden de kendileri uzak kaldıkları gibi, diğer müslümanların da uzak kalmalarını sağlamak için var güçleriyle çalışmışlardır. Allah onlardan razı olsun.
Bediüzzaman Molla Said birinci dersine bir misal vererek devam eder. Şöyleki: “Şu muameledeki vaziyetin ile öyle miskin bir adama benzersin ki, o adam, bir dağda bulunur. O dağda öyle bir zelzele var ki, bütün emsalini sıra ile derin derelere atıp, ellerinde bulunan herşeyi parça parça ediyor.
Nöbet adama gelmek üzeredir. Halbuki o adamın elinde bir emanet var. O emanet öyle bir makine-i mürassaa-i acibedir ki, (insan vücudu) o makine içindeki hesapsız mizanlar ve aletlerle, nihayetsiz (sonsuz) faideler ve semereler verebilir.
O elim halette (acıklı halde) iken görüldü ki, makinenin hakiki Maliki tarafından gelen bir adam der ki:
“Seyyidim (efendim) senden bu emaneti satın almak istiyor. Ta ki bu devreye sukutun (düşmenle) ile faidesiz kırılmasın, muhafaza etsin ve sen dereden çıktıktan sonra, kırılmayacak bir surette yine sana teslim edecek.
Hem o aletleri ve mizanları geniş bostanlarında ve kıymetdar (kıymetli) maden ve hazinelerinde istimal (kullanacağı) edeceği için, o aletler ve mizanlar gayet kıymettar neticeler ve çok ücretler ve semereler verirler ki bütün o karı sen alırsın.
Şayet satmazsan, kıymetsiz ve adi birer alet olarak kalacak. O acib ve nazik aletleri daracık evinde ve küçücük haşin tarlanda istimal edip (kullanıp) kıracaksın, ateşe atacaksın.
Hem sana büyük bir fiyat verecek. Hem dağda bulundukça senin elinde kalacaktır. Yalnız yukarı kulpunu yukarıdan indirdiği bir zincir ile bağlamak ister. Ta ki, sikletini senden alıp sana ağırlık vermesin. Külfeti seni taciz etmesin. Eğer bey’i (alış verişi) kabul ederseni Seyyidimin hesabıyla, O’nun namıyla ve O’nun izni dairesinde güzelce tasarruf et. Ne hüzün çek ve ne de havf et (kork).
Nasıl bir nefer atını devlete satar. Kendi de asker olur. Atının üzerine biner. Masarıfı (masrafları) devlete ait. Keyf ve sefasını o nefer çeker. Eğer ölse devletimin canı sağolsun der.
Şayet bu beş derece karlı bey’i kabul etmezsen, beş derece hasaret içinde emanete hıyanet edeceksin. Zayi olunca, mesuliyeti kazanacaksın. İşte temsili anladın.
Bediüzzaman Molla Said şimdi hakikatı aladın” der ve dağ temsilini şöyle açıklar:
“Evet o dağ arzdır(yer yüzüdür). Miskin adam da fakir insandır. Zelzele de zeval ve firakdır(yokluk ve ayrılıktır). Dere de kabir ile alem-i berzahdır. O makine (havas ve cihazar ve letaif aletleriyle mücehhez) senin vücud-u hayatdarındır.
Görüyorsun ki, bunlar bozuluyorlar, faidesiz gidiyorlar. Satın almak isteyen, senin Halıkındır (yaratanındır). O Halık’ın, Rasulü vasıtasıyla der ki:
“Şu emanetimi güya senin malınmış gibi bana sat da zayi olmasın. Hem zararlı bir surette fena bulmasın. Sen baki ve meyvedar bir surette o malına tekrar kavuşabilesin.
Hem o hayat içindeki cihazat ve letaif benim namım ve hesabıma istimal edildiği vakit nihayetsiz kıymetdar ve hadsiz(sonsuz) semerat-ı bakiye (sonsuz sevaplar) verecek.”
İşte o mizanlar ve aletler ise, letaif ve havass-ı insaniyedir.
Mesela; Göz Allah hesabına istimal edilse( kullanılsa), şu litab-ı kebir-i kainat’ın (büyük kainat kıtabının) bir mütalaacısı müzeyyen (süslü) mevcudatın bir seyircisi ve şu masnuatın (yaratılmışların) çiçeklerinin bir arısı olarak ibadet ve marifet ve muhabbet şehdinden yani balından Nur-u şehadeti kalbe akıtıyor.
Eğer nefis hesabına istimal edilse; zail, fani(gelip geçici) bazı mehasini (güzellikleri) seyretmekle, heves ve şehadetin adi bir hizmetkarı olur.
Mesela; Lisandaki kuvve-i zaika (dildeki tat alma kuvveti) satılsa, Rahmannurrahim’in hazain-i rahmetinin nazırı ve metbaha-i nimetinin bir müfettişi alisi hükmünde bir vazifedardır. (Rahman ve Rahim olan Allah’ın rahmet hazinelerinin bakanı nimet mutfaklarının teftişi ile görevli yüce bir müfettiştir). Satılmazsa, mide tavasının bir kapıcısı hükmüne sukut eder(düşer).
Mesela akıl satılsa, bütün künüz-ü esma-i ilahiyenin mitfahi (ilahi isimlerin hazinelerinin anahtarı) kainatın hakaıkının keşşâfı (Kainatın hakikatlerinin keşfedicisi), hükmünde bir cevheri âli ve gâli (yüksek ve pahalı bir cevher) olur.
Satılmazsa, mazinin âlâm-ı hazinanesini ( geçmişin hüzün veren acılarını) ve müstakbelin evhal-i muhavvifanenesini (geleceğin dehşet verici korkularını) beşerin (zavallı insanın) yükleten meş’un (uğursuz) bir alet hükmüne geçer.
İşte bütün âlât ve cihaza-ı beşeriyeyi (insanın organ ve özelliklerini) bunlara kıyas et. Eğer o âlât ve cihazât Allah’a verilse, bâki birer elmas olur. Eğer verilmezse, fani birer şişe olurlar.
Elhasıl (sözün kısası): Canab-ı Hak sana verdiği kendi mülkünü senden gali (pahalı) bir kıymetle satın alıyor. Yine senin için muhafaza ediyor.
Ey beşer (insan) bak: İki sada (ses) senin kulağına geliyor.
Biri Kur’an-ı Hakim’in sada-yı semavisidir. Der ki: Sat kârlısın.
“Ahiret yurdu ise gerçek hayat odur.” (Ankebut: 64) diyor.
Diğeri küffarın (kafirlerin), felsefe-i medeniyesinin vesvesedir ki: “Sen kendine maliksin” der. Seni “Bu dünya hayatından başka bir hayata yoktur” (En’am: 29) diyenlerden etmek ister.
Bu münever Hüda ile şu müzevver (uydurulmuş) dehanın mabeynlerindeki (aralarındaki)farkı gör.
Bediüzzaman Molla Said’in “Nur’un Kapısı”ndaki ilk dersi, İsra suresinin 72. Ayetinin ve Fatiha sûresinin 6-7nci ayetlerinin metinleri ile sona erer.
Bu ayeti kerimelerin Türkçe mealleri şöyledir:
“Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür. Üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.” (İsra:72)
Bu körlük manevi körlüktür.
“Bize doğru yolu göster.
Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; Gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil!” (Fatiha:6-7)
Kendilerine lütuf ve ihsanda bulunulan kimseler, peygamberler ve onların yolundan giden kimselerdir.
Gazaba uğramışlar yahudiler, sapmışlar ise hristiyanlardır. Müslümanlık dışında kalıp da yahudi ve hristiyan olmayanlar da gazaba uğramışlara ve sapıtmış olanlara dahildir.
Bediüzzaman Molla Said, ilk sürgün yeri olan Burdur’da Risale-i Nur’un ilk dersine:
“Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığı satın almıştır.” Ayeti kerimesi ile başlar. Fatihasûresinn son ayetlerindeki dua ve niyazla tamamlar. Allah’tan doğru yolda, Hak uğrunda daim ve kaim kılmasını ister.
Bediüzzaman Molla Said bu dersini söyleyip yazdırdığı gibi bütün Risale-i Nur kitaplarını da söyleyip yazdırmıştır. Sürgün hayatı boyunca yanında yalnız Kur’an-ı Kerim bulundurmasına müsaade etmişlerdir. Zaman zaman Kur’an-ı Kerim’i de elinden almışlardır. Ama o Allah’ın kendisine verdiği zeka ve hafıza ile ezberinde bulunduğu Temel (90) kitapla gönülden gelen şevk ve iştiyakla kendisine has uslubu ile kitapalrını yazdırmıştır. Yazılan sayfaları bizzat tashih etmiştir. Kur’an-ı Kerim’i okuma ve öğrenmenin yasak edildiği o devirde, Bediüzzaman Molla Said’in etrafında Kur’an’ın bildirdiği imanı ve gösterdiği yolu Kur’an-ı okumayı ve Kur’an harfleri ile yazmayı öğrenen ve öğreten bir talebe kadrosu meydana gelmiştir.
Ankara’nın yasak ettiği, yasaklarını uygulamak için zulümlere başvurduğu Kur’an hakikatleri hakkında Bediüzzaman bu yasakları geçersiz hale getirmek için Kur’an hakikatlerini yayınlamaya öğretmeye Risale-i Nur’un bu ilk dersi ile fiilen başlamıştır. Bediüzzaman Molla Said, daha önceleri yazdığı ve bastırdığı otuza yakın eserini de Risale-i Nur kitapları arasına almıştır.
Bediüzzaman Molla Said Risale-i Nur kitaplarını yazdırmaya başladıktan sonra gerek Risale-i Nur’a, gerekse doğduğu köy olan “Nurs” köyüne izafetle kendisine “Nursî” mahlasını almış, eserlerine mektuplarına; “Said-i Nursî” veya “Bediüzzaman Said-i Nursî” isimlerini yamış, bu isimlerle tanınmıştır. Rejimin kendisine verdiği “Okur” soyadını hiç kullanmamıştır.
Bediüzzaman Said-i Nursî ilk sürgün yeri olan Burdur’da sıkı sürgün hayatına alışmıştı. İdarenin engellemelerine rağmen kendisine imana, ilme ve hizmete aşık bir çevre bulmuştu. Ama kendisini sıkı sıkıya kontrol edenler de işin farkında idiler. Karar verdiler. Sürgün yerini değiştirdiler ve Bediüzzaman Said-i Nursî’yi Burdur’dan Isparta’ya yeni sürgün yerine gönderdiler.