Adâlet Devletin ve Toplumun Temel Esasıdır

İslâm’da adâlet devletin temelidir.
İdareciler bu temele riayetin yanında iki temele daha uygun hareket edeceklerdir. Bu iki temel de:
1-Her işi ehil, doğru kişilerle istişare etmek, ehil ve doğru kişilere iş vermek
2- Kur’an’ın hükümlerine uygun hareket etmektir.
Devletin idare şekli ve diğer esaslar zamana ve zemine göre ümmetin değerlendirmesine bırakılmıştır.
Lanet Kaldırılmıştır
Hutbede Peygamberimiz (sav)’in ehli beytine lanet okumak ne kötü bir adetti.
Ömer İbn-i Abdül’azîz ilk hutbesinde lanet okuma âdetini kaldırıp attı.
Yerine insanların uymakla dünya ve ahirette bahtiyar olacağı Nahl suresinin

  1. ayeti kerimesini okudu. Bütün valilere, lanetin kaldırıldığını, yerine Nahl suresinin 90. ayetinin okunmasını emretti.
    Ömer İbn-i Abdül’azîz’in bu emri asırlardır hutbelerde uygulanıyor, kıyamet gününe kadar da uygulanacaktır.
    Seyyid Kutub Ne Diyor?
    Nahl suresinin 90. ayetinden söz açılmışken “Fizılâlil Kur’an” tefsirinden merhum Şehid Seyyid Kutub’un sesine kulak verelim:
    “Bu Kur’an bir ümmeti meydana getirmek ve toplum nizamı kurmak için gelmiştir.
    Bu Kur’an bir dünya inşa etmek, bir sistemi hâkim kılmak için gelmiştir.
    Bu Kur’an âlemşümul bir insanlık davası olarak gelmiş ırk, cins ve kabile taassubundan tamamen uzak âlemşümul bir ideal olarak ortaya çıkmıştır. Bu davada yeğane bağ akîde bağıdır, kavmiyet bağının, taassubun yerini inanç almıştır.

    Bunun için cemiyetlerin ve cemaatlerin birliğini temin eden prensipler getirmiş, fertlerin ve milletlerin güvenliğini garanti altına alan bir sistem kurmuş, verilen sözleri, yapılan ahitleri ve karşılıklı muameleleri düzenleyen teminatlar getirmiştir. Bir adâlet esası getirmiştir ki, her ferdin, her toplumun ve her millettin karşılıklı muamelelerinde değişmez, ölçü olarak yerini almış, istek ve
    heveslere göre yön değiştirmemiş, sevgi ve nefretlere ayak uydurmamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin fakir ayırımı gözetmemiş, kuvvetli ve zayıf farkını nazarı itibara almamış. Hepsini ve her şeyi tek bir ölçüye göre ölçmüş ve değerlendirmiş, her şey için bir tek nizam tanıyarak yolunda azimle ilerlemiş.
    “Adâletin” yanı sıra “ihsan”
    getirmiş, kesin ve şaşmaz adâlet ölçülerinin katılığının yerine inceliği ve letâfeti koymuş, müsamaha etmek isteyen herkesin önüne kapıları açık tutmuş, gönül almayı ve
    nefislerdeki kinleri yok etmeyi normal kabul etmiş adaletin ötesine geçmek ve böylece bir yarayı tedavi etmek veya fazilet kazanmak isteyenlerin önüne engeller dikmemiştir.
    İhsan mefhumunun anlamı son derece geniştir. Bir kere her iyi iş ihsana girer. İhsan ile emir ise her muameleyi içine alır, her işi ihtiva eder.Kulun Rabbi ile olan münasebetlerinde, kulun kendi ailesiyle olan münasebetlerinde, kişinin toplumla olan ilişkilerinde ve ferdin bilumum insanlık ile olan alakalarında ihsanın yeri vardır. Kısacası her türlü hayat olaylarını ihtiva eder.
    Yakınlara yardımda bulunmak da ihsandır. Burada akrabalara yardımı özellikle zikretmiş ki önemini açığa çıkarsın.
    Bu yardımlaşma akrabalık taassubuna dayalı bir yardımlaşma olmayıp, merkezden muhite doğru genişleyen İslâmî yardımlaşma ve dayanışma kaidesine göre kurulan bir sistemdir. İslâm bu dayanışmayı kendi özel düzenine göre tanzim eder.
    “Hayâsızlığı, fenalığı ve taşkınlığı yasaklar…” metinde geçen Fahşa kelimesi haddi aşan her türlü taşkınlık için kullanılır. Bir de bu kelimenin çoğunlukla kullanıldığı fuhuş anlamı vardır ki, ırza tecavüzü ifade eder. Aslında o da bir taşkınlık çeşididir, haddi aşmayı ve aşırı gitmeyi ifade eder. Bu yüzden Fahşa kelimesi özellikle bu anlama kullanılır.
    Münker ise insan fıtratının hoş karşılamadığı her tür fenalığı içine alır ki, İslâm şeriatı onları hoş karşılamaz ve bunun için yasaklar. Ama bazı zamanlar olur ki, insan fıtratı yolunu yitirir ve neyin fıtrata uygun olduğunu, neyin uygun olmadığını kestiremez bu durumda dahi İslâm şeriatı olduğu gibi kalır ve sapıtmayan fıtratın temsilcisi olarak görevini ifa eder.
    Bağiy kelimesi ise zulmü, taşkınlığı ve hakkı, adâleti çiğneyen her çeşit azgınlığı ifade eder.
    Hiç bir toplumun hayatı, fenalık, taşkınlık ve hayâsızlık esasları üzerine kaim olamaz. Bütün anlamıyla birlikte hayâsızlığın revaç bulduğu ve yaygınlaştığı bir cemiyetin yaşaması imkânsızdır. Bütün aldatıcılığı ile fenalığın ve her tür sonuçlarıyla birlikte taşkınlığın hâkim olup da o cemiyetin ayakta durduğu görülmemiştir.
    Belli bir müddet sonra insan fıtratı bu yıkıcı amillere karşı muhakkak harekete geçer ve direnir. Bu yıkıcı kuvvetin gücü neye varırsa varsın ve putçu diktatörler düzenlerini korumak için ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar muhakkak bu direniş bir gün başarı kazanır. İnsanlığın tarihi tamamen bu diriliş ve silkiniş hareketleriyle doludur. Evet hayâsızlığa, taşkınlığa ve fenalığa karşı yapılan direniş ve diriliş hareketlerinden ibarettir. Bir müddet için insanların veya devletlerin buesaslar üzerine dayanarak ayakta durması önemli değildir. Onlara karşı yapılan direniş ve diriliş hareketleri hiç şüphesiz, onların insanlık hayatına sonradan sokuşturulmuş yabancı unsurlar olduğunun delilidir.
    Nasıl ki canlı bir organizma içine giren bir yabancı unsuru yok etmek için çabalar ve çırpınırsa, insanlık hayatı da bu kendisine yabancı unsurları temizlemek için çalışır ve çabalar. Allah’ın adâlet ve ihsanı emredip, taşkınlığı, hayasızlığı ve fenalığı yasaklaması sağlıklı insan
    fıtratına son derece uygundur. Fıtrata uygun olmakla kalmayıp onu destekler, kuvvetlendirir ve Allah adına harekete geçmesini sağlar. Zaten bunun için şu son hüküm geliyor: “İyice dinleyip tutasınız diye öğüt verir.” Bu öğüt dinleyip tutmak için verilmektedir, fıtratın asil ve
    kuvvetli ilhamlarını duyup ibret almak için. “


    İdareye Hâkim Oldu
    Emevîlerde valiler sınırsız yetkilere sahipti. Ömer İbn-i Abdülaziz, valilerin yetkelerini kısıtladı. Zalim valileri değiştirdi. İdare kabiliyeti olan dindar, âdil, hak ve hukuka bağlı insanları vali yaptı. Valilerin yaptıklarından kendisinin de sorumlu olduğunu ilan etti. Valilerin bütün çalışma ve faaliyetlerini kontrol altına aldı. Haksızlığa ve zulme hangi şart altında olursa olsun müsaade etmedi. Dayak atmayı ve işkence yapmayı yasakladı. Bütün idarecilerden adâlet, halka karşı kim olursa olsun şefkat ve merhamet istedi. İstediğinde de ısrar etti. Aykırı hareket edenleri derhal vazifeden uzaklaştırdı.
    Kadılara (hâkimlere) hem yetki verdi, hem de sorumluluk yükledi. Kadıların kararlarına müdahale etmedi. Müdahale etmeyi de yasakladı. Dindar, ehliyetli ve liyakatli, bilgili, hak-hukuka bağlı, ahirette hesap verme şuuruna sahip insanları kadı yaptı. Bu vasıflara sahip olmayan kadıları da vazifeden uzaklaştırdı.
    İdârenin Dört Direği
    Ömer İbn-i Abdül’azîz’e göre idarenin dört direği vardır. Bunlar; vali, kadı, vergi memuru ve halifedir.
    Rüşveti Kaldırdı, Yaltakçıları Kovdu
    Ömer İbn-i Abdül’azîz, başta kendisi olmak üzere bütün devlet hizmetinde vazifeli olan büyük-küçük memurlara soygun ve rüşvet kapılarını kapattı.
    Onlara adâletli ve hakka-hukuka bağlı vazife yapmanın kapılarını sonuna kadar açtı.
    Başta merkezi idare olmak üzere idare merkezlerine çöreklenmiş olan yaltakcı ve mürai, çalışmadan yiyen tüfeyli insanları idare merkezlerinden uzaklaştırdı.
    Öyle ki, sapık şairler, yaltakçı ve mürai insanlar hükümdarların, valilerin ve ileri gelen idarecilerin etrafını çevirmişti. Eğlence, zevk-ü sefa alabildiğine yayılmıştı.
    Sırtında ipek elbise, boynunda altından haçla dolaşan Hıristiyan şair Ahtel, sapık şiirlerinden dolayı baş tacı ediliyor, izinsiz hükümdarların huzuruna girip çıkabiliyordu.
    Azgınlaşan bir sınıf türemişti. Bunlar yerler, içerler, eğlenirler ve idarecilere dalkavukluk yaparlar, ümmetin malını telef ederlerdi. Milletten toplanan bir kısım sadaka ve zekatlar bunlara giderdi.
    Ömer İbn-i Abdül’azîz halife olunca, Ahtel gibi insanların milletin malını yiyip, milleti maddi ve ahlakî yönden uçuruma sürüklemelerine engel oldu.
    Devlet kapılarını yaltakçı, mürai ve tufeyli insanlara kapadı. Eğlence ve sefalet hayatına son verdi.
    Hazine’yi Yiyicilerden Kurtardı
    Önceki idareciler, fakirlerden toplayıp zenginlerle, yaltakçılarla beraber yiyorlardı. Ömer İbn-i Abdül’azîz, zenginlerin vermekle mükellef olduklarını onlardan aldı, fakirlere dağıttı.
    Ömer İbn-i Abdül’azîz, ümmetin malının ve parasının, ümmetin hizmeti dışında kullanılmasını en büyük haksızlık ve zulüm olarak görüyordu. “Beytülmal”e sahip çıktı. Beytülmal devletin hazinesi, ümmetin malı idi. Beytülmal, Allah’ın ve halkın halifeye ve idarecilere bir emanetidir.
    Hiç kimsenin Beytülmal’i kendi isteği doğrultusunda kullanma hakkı yoktur. Dört büyük halife, Beytülmal’den ne kendileri bir kuruş harcar ve ne de başkasına verirlerdi. Bir tek kuruşun bile hesabını vermekte ümmete ve Allah’a karşı kendilerini sorumlu hissederlerdi. Şahsi masrafları için Beytülmal’den aldıkları para ise ancak vasat bir kişiye yetecek kadardı.
    Emevîler devrinde beytülmal, hükümdar ve hanedanın tasarrufuna geçti. İnsanlara sadece vergi mükellefi gözü ile bakılmaya başlandı. Hiç kimsenin hesap sorma hakkı yoktu. Bu dönemde hükümdarların, şehzadelerin, valilerin ve ordu komutanlarının lüks ve tantanalı hayatları “Beytülmal”in gayri meşru kullanımı ile sürüyordu.

    Ömer İbn-i Abdül’azîz’in Konuşması
    Ömer İbn-i Abdül’azîz, zulümle mal edinilmesini önlemek, zulümle elde ednilmiş malları sahiplerine veya Beytülmal’e iade etme çalışmasına başlamadan önce bir hutbe okudu, hutbesinde şunları söyledi:
    “Ey insanlar! Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.
    Zira Allah korkusu her şeyden hayırlıdır. Bütün iyiliklerin anahtarıdır.
    Ahiretiniz için çalışınız. Allah ahiret için çalışanın dünyasını da mamur eder.
    İç âleminizi mamur ediniz ki, Allah dış dünyanızı ıslah etsin.
    Devamlı ölümü hatırlayınız. Gelip çatmadan önce ölüm için hazırlıklı olunuz.
    Hz. Adem (as)’den bugüne kadar gelip geçmiş ecdadınızı düşününüz. Hepsinin ölüm hayatına nasıl daldıklarını görünüz.
    Bu ümmet, Rabb’ı, peygamberi ve kitabı konusunda ihtilafa düşmez. İhtilaflar hep mal ve makam için oldu.
    Ben vallâhi haklı kişinin hakkını asla kısmadığım gibi, hakkı olmayana da asla vermeyeceğim” dedi ve sesini yükselterek devam etti:
    “Ey insanlar! Allah’a itaat edene itaat etmek gerekir. Allah’a isyan edene itaat edilmez.
    Allah’a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Allah’a isyan ettiğim anda bana itaat etmeyiniz.”
    Ömer İbn-i Abdül’azîz’in söylediği gayet açıktır. Allah’a itaat eden idareciye itaat edilir. Allah’a isyan edene ise itaat edilmez. Bu, dinin temel esaslarından biridir, adâletin de temelidir.

    Böyle Hükümdarlar
    Ne yazık ki asırlar boyu, “Allah’a itaat etsin, isyan etsin, idareciye itaat edilir” “düsturu hakim olmuş, zalim ve fasık idarecilere “ululemr” nazarı ile baktırılmış. Şu hukümdarlara bakınız:
    Hükümdar Abdülmelik Medine minberine çıkarak şöyle demiştir:
    “Ben bu ümmete arız olan hastalıkların tedavisi için kılıçtan başka çare göremiyorum. Şimdi içinizden birisi çıkar da bana “Allah’tan kork” derse hemen kellesini uçururum.”
    Abdülmelik’in oğlu hükümdar Velid Cuma hutbesini o kadar uzatır ki, nerede ise ikindi namazının vakti girecektir. Cemaatten biri ayağa kalkarak: “Ey mü’minlerin emiri zaman sizi beklemiyor. Namazı geciktirmenizden dolayı Allah’ın huzuruna çıkacaksınız” diyordu.
    Velid ise adama: “Ey adam doğru söylüyorsunuz, fakat burası doğru söyleyenlerin yeri değildir” cevabını veriyor ve muhafızı adamı tutup orada öldürüyordu.
    Böyle hükümdarlardan sonra Ömer İbn-i Abdül’azîz, İslâm’ın gerçeğini insanlara hatırlatıyor; Allah’a itaat edene itaat edilir, Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez, ben Allah’a itaat etmezsem bana itaat etmeyiniz, diyordu.
    Zulümle Ele Geçirilmiş
    Mallar Sahiplerine İade Edildi

    Siyret ansiklopedisi, Ömer İbn-i Abdül’azîz’in zulümle ele geçirilmiş mal ve mülkleri sahiplerine iade etme konusundaki faaliyetlerini şöyle açıklar:
    “Halife olur olmaz bütün saltanat usullerini bir çırpıda kaldırdı.
    Dedelerinin ve babasının tutumunu tamamen terk etti ve yepyeni bir hayat tarzı seçti. İlk dört halifenin hayat tarzını benimsedi.
    …Elinde bulunan ve gayri meşru usullerle elde edildiklerine inandığı bütün mal, mülk ve servetin, hatta hanımının mücevherlerini bile “Beytülmal”e iade etti.
    Sene de kırk bin dinar gelir getiren emlak ve arazisinden sadece yıllık iradı400 dinar olanı kendisine koydu ve “ancak bu meşru şekilde elime geçmiş emlaktir” dedi. Hatta geçimi için dahi olsa “Beytülmal”den hiçbir şey almadı. Dar imkânları ile yaşadı.
    Ümeyye ve Mervan oğullarının zulümle ele geçirmiş olduğu malları sahiplerine iade etti. Zulümle ele geçirilmiş malların sahiplerine iadesi konusunda
    örnekler verelim:
    Humus’tan bir zimmî, Ömer İbn-i Abdül’azîz’e gelir, şöyle der: “Ey mü’minlerin
    emiri! Senden Allah’ın kitabı ile hükmetmeni istiyorum”.

    Ömer İbn-i Abdül’azîz, hangi konuda hüküm istediğini sorduğunda adam,
    Abbas bin Velid bin Abdülmelik’in arazilerini gasbettiğini söyler.
    Ömer İbn-i Abdül’azîz, orada bulunan Abbas’a: “Sen ne diyorsun?” diye sorar.
    Abbas, arazilerin kendisine emir el- mü’minin Velid bin Abdülmelik tarafından verildiğini söyledi. Ve bu husustaki belgeyi gösterdi.
    Ömer İbn-i Abdül’azîz zimmîye “buna ne dersin?” dedi.
    Adam: “Ey mü’minlerin emiri, ben senden yüce Allah’ın kitabına göre hüküm vermeni istemiştim” dedi.
    Ömer İbn-i Abdü’lazîz: “Evet, Allah’ın emirleri, Velid bin Abdülmelik’in belgesinden uyulmaya daha uygundur. Abbas O’na arazilerini geri ver” dedi.
    Araziler zimmîye geri verildi.
    Humus’taki bazı dükkânları hükümdar Velid, oğlu Rauf’a vermişti. Mal sahipleri dükkânlarının kendilerine iade edilmesini istedi.
    Rauf da babası Velid’in kendisine belge verdiğini söyledi.
    Ömer İbn-i Abdül’azîz: “Belgen geçersizdir” dedi. Dükkânların sahiplerine iadesini emretti.
    Rauf dükkân sahiplerini tehdit etti, dükkânları vermek istemedi. Durumdan haberdar olan Ömer İbn-i Abdül’aziz, bölge kumandanına “Rauf’a git, dükkânları sahiplerine iade etsin, iade etmediği takdirde başını kes” emrini verdi.
    Halifenin emrinden haberdar olan Rauf hemen dükkânları sahiplerine iade etti.

    Halife Ömer İbn-i Abdül’azîz, Emevî oğullarından ve idarecilerinden şikâyeti olanların istediği gibi dava açabileceklerini ilan etti.
    Malından, mülkünden bir şeyler gasbedildiğini ispat edene, mallarının, mülklerinin iade edileceğini bildirdi. Gasbedilen mal ve mülklerin iadesine yardımcı olacaklara 100-300 dinar arasında mükâfat verileceğini de ilan etti.
    Süleyman bin Musa adında bir zat Ömer İbn-i Abdül’azîz hakkında şöyle der:
    “Ömer hilafete geldikten sonra ölümüne kadar haksızlıkları gidermeye çalıştı.”
    Gasp ve zulüm olaylarına engel oldu. Gasp edilen mal ve mülklerin, sahipleri ve gasp edenler kim olursa olsun iadesini sağladı. Adâleti tam uyguladı.

    Mazlumlar’ın Sorumlusu
    Hacılara okunmak üzere bir mektup gönderir, hac sorumlusu bu mektubu Arafat’ta hacılara okur. Mektubunda Ömer İbn-i Abdül’azîz şöyle der:
    “…Ben mazlumların sorumlusuyum. Sizler Hakk’tan yüz çeviren, Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünnetini dinlemeyen hiçbir görevlime itaat etmek zorunda değilsiniz. Öylelerin işini -kınanmış olarak Hakk’a dönünceye kadar- sizlere bırakıyorum.
    Dikkat ediniz! Zenginleriniz sadece kendi aralarında mal dolaştıramazlar, Fey malınızda hiçbir fakirinizin de ayrıcalığı yoktur.
    Eğer sizi hac görevinizden alıkoymasaydım, Allah’ın sizin için indirttiği hak ve sizden uzaklaştırdığı batıl konusunda da başka şeylerde söyleyecektim.”

    Ömer İbn-i Abdülaziz için devletin, milletin hatta fertlerin huzuru ve sükûnu için temel esas hak ve adâlettir. Hak ve adâlete uymayan yerde sadece zulüm ve vahşet vardır.
    Ömer İbn-i Abdül’azîz’in Öğütleri
    Medine valisine yazdığı mektupta şöyle der:
    “Evinde oturup durmayasın. Halkın arasına katıl.
    Her yerde ve her konuda onlara eşit muamele yap.
    Bir insana değerinden fazla ayrıcalık tanımayasın.
    Şu adam Emirülmü’minin’in adamı, akrabası demeyesin.
    Çünkü bence şu anda Emirülmü’minin’in ailesi ile diğer kimseler arasında hiçbir fark yoktur.
    Hatta bana göre Emirülmü’minin ailesi, karşılarına çıkacak herkesi susturmak arzusundadır.”

    Kufe valisine de şu mektubu yazar: “Bilmiş ol ki, bu büyük emanete seni de
    kendime ortak kılmış bulunuyorum. İlahî hukuktan bir şey zayi edersen
    Yüce Allah seni en basit bir kuluymuşsun gibi cezalandıracaktır. O zaman
    da Ömer, seni hiçbir şekilde Allah’tan kurtaramayacaktır.”

    Bir valisine de şu talimatı verir: “Hak dışı bir mektup alırsan onu yere çal!”
    Bir görevliye de şunları söyler: “Hakk’a bağlı kal. O zaman Allah seni Hak
    ehlinin yanına koyacaktır. Çünkü kıyamet gününde insanlar arasında
    haktan başka bir şeyle hükmedilmeyecektir.”

    Çeşitli bölgelerden Şam’a gelenlere de şu konuşmayı yapar:
    “Ey insanlar! Memleketinize dönünüz. Sizi memleketinizde unutan, bence burada da hatırlamayacaktır.
    İdarecisinin zulmüne uğrayan kimse ise her an yanıma gelebilir.
    Benimle O’nun arasında hiçbir engelleyici perde bulunmayacaktır.
    Zalim olanı da sakın gözüm görmesin. Allah’a yemin ederim ki, ölmek yada hakkı uygulamaktan birini seçmek zorunda kalırsam, hakkı uygulayacak ve bir an bile olsa yaşamak istemeyeceğim.”


    Baba-Oğul Konuşması
    Halife Ömer İbn-i Abdül’azîz ile oğlu Abdülmelik arasında bir konuşma geçer. Oğlu Abdülmelik babası Ömer İbn-i Abdül’azîz’e sorar: “Ey mü’minlerin emiri! Hakkı diriltmemiş ve batılı öldürmemiş olarak Rabbine kavuşursan, ne dersin?”
    Ömer İbn-i Abdül’azîz: “Oğulcağızım! Ata ve dedelerin, insanların hukukunu çiğneye çiğneye hüküm sürdüler. Ben böyle bir vaziyette işin başına geldim. İyi işler geride kalmıştır. Kötüleriyle de ben uğraşırım. Fakat, her güneş doğan günde bir Hak diriltip bir batıl öldürsem güzel olmaz mı?”
    Ömer İbn-i Abdül’azîz hak ve adâlete o kadar gönül vermişti ki, duası da şöyle idi: “Ben bir tek gün adâlet edeyim de Allah o gün canımı alsın.”
    O hayatı boyunca adâlet’e uydu ve adâleti uyguladı.

    Ömer İbn-i Abdül’azîz Ağlıyor
    Hanımı, hükümdar Abdülmelik’in kızı, hükümdar Velid’in kız kardeşi Fatıma şöyle anlatıyor:
    “Çoğu defa Ömer İbn-i Abdülazîz’i, odasında seccadesinin başında ağlarken
    görürdüm. Niçin ağladığını sorduğumda şöyle cevap verirdi:
    “Ümmetin işlerini omuzlarıma aldım. Düşünüyorum da onların arasında aç olanı var, parasız pulsuz olanı var. Hastası, mazlumu ve yoksul olanı var. Sebepli-sebepsiz hapiste bulunanları var, zayıfı, zengini var. Çoluk çocuk sahibi olup da fakru zaruret içinde olanları var. Hülasa memleketin her tarafında bin bir halde insan var. Biliyorum ki, Rabbim kıyamet gününde hepsinin hesabını benden soracaktır. Davalarına nasıl baktığımı nasıl anlatacağım? Rasûlullah (sav): “Ümmetimin işlerini nasıl idare ettin?” diye sorarsa, korkarım ki bu dava aleyhime neticelene. İşte bu korkunun şiddetinden ağlamaktayım.”

    Bizim İçin de Ağladın mı?
    Biz de burada ona seslenelim:
    Ey Ömer! Bizim içinde ağladın mı?
    Gelecekteki mazlum, zavallı, çaresiz, kimsesiz Müslümanlar içinde ağladın mı?
    Alnı secde görmemiş, firavunvari bir yaşayışın sahibi zalimlerin idaresinde inim inim inleyen mü’minler için de ağladın mı?
    Senin değerlerini reddeden, kendilerinden değerler icat eden tagutların Hak yoldan çıkardığı bedbaht Müslümanlar için de ağladın mı?
    Ey Ömerler! Emsalleriniz ne zaman gelecek?
    Bu zavallı ümmetin bahtı ne zaman değişecek?
    Annelerin, masum yavruların, mazlum Müslümanların feryatları ne zamana kadar devam edecek?
    Müslümanların ensesinde firavunvari saltanat süren tagutlar ne zaman yok edilecek?
    Ey Allah’ım!
    İsm-i Celilin hürmetine,
    Habib-i kerimin hürmetine,
    Kelam-ı Kadim’in hürmetine,
    Bize Ömerlerimizi gönder.

    Saptığımı Görürsen
    Ömer İbn-i Abdül’azîz, vezir Recâ ile sohbet ederken yanına Amr bin Muhacir gelir, O’na şöyle der: “Ey Amr! Benim haktan saptığımı görürsen ellerinle göğsümü kavra, beni sars. Sonra da bana “Sen ne yapıyorsun?” de.” O hakka bağlı, haksızlığın karşısında bütün gücü ile duruyordu.

    Mevâli Meselesini Hallediyor
    Ömer İbn-i Abdül’azîz’in hallettiği bir mesele de “Mevâli” meselesidir.
    Emevîler, Arap olmayanlara “Mevâli” derlerdi. Mevâli olanlar müslüman olsalar da Arap olanlarla aynı haklara sahip değildi.
    Vali, hâkim, cami imamı olamıyor, cenaze namazı bile kıldıramıyordu.
    Mevâli bir Müslümanla evlenmek soruşturmaya tabi oluyordu.
    Emevî hanedanı, İslâm bilginlerinin Müslümanların kardeş olduğu telkinlerini dinlemiyordu. Tam bir ırkçılık davası güdüyordu. Hâlbuki Allah’ın Rasûlü Muhammed (sav) ırkçılığı yasaklamış şöyle buyurmuştu:
    “Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem
    ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O’na en çok saygı
    göstereninizdir. Arap’ın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başkabir üstünlüğü yoktur.”


    Allah, Kur’an-ı Kerim’in Hucurat suresinin 10. ayetinde “mü’minlerin kardeş olduğunu” bildiriyor.
    Aynı inanca sahip insanlar, “sen Arap değilsin” diye nasıl aşağılanabilirdi?
    Emevîler bunu yapıyorlardı.
    Yine aynı surenin 11. ayetinde mü’minlerin, birbirlerini alaya alamayacakları
    haber veriliyor.
    Surenin 13. ayetinde ise, Allah katında değerli olanların Allah’ın emirlerini
    yapanların, yasaklarından kaçınanların, “takva” mertebesine ulaşanların olacağını bildiriyor. Böyle olanların da Allah katında malum olduğu, insanların bunları bilemeyeceği açıklanıyor.


    Merhum Şehid Seyyid Kutub’un Yazdıkları
    “Dillerin ve renklerin değişik olması, huyların ve tabiatların, kabiliyet ve hususiyetlerin farklılığı çekişmeyi ve çatışmayı gerektiren bir ayrılık değildir.
    Bilakis ortak mükellefiyetleri yüklenmek ve ortak ihtiyaçları
    karşılamak için gerekli yardımlaşmayı sağlar.
    Allah’ın ölçüsünde dilin, cinsin, rengin ve vatanın farkı yoktur.
    Allah bir tek ölçüye göre değerlendirir ve insanların üstünlüğünü biricik ölçüye göre ölçer: Şüphesiz ki sizin Allahkatında en değerliniz, en şerefliniz en çok O’ndan korkanınızdır.
    Gerçek şerefli insan Allah katında şerefli olandır.
    Allah bütün insanların rabbidir. Hepsini bir tek esastan yaratmıştır. Ayrıca bütün insanların altında birleşmeleri için tek bir sancak yükseltiyor. Bu sancak “Takva” sancağıdır.
    İşte İslâm’ın insanlığı ırkçılık taassubundan, bölgecilik taassubundan, kabilecilik taassubundan ve aşiretçilik taassubundan kurtarmak için yükselttiği yegane sancak budur.

    O taassupların hepsi cahiliyet esasına dayanır. Değişik kılıklara girer, değişik adlar alır ama temelinde yatan İslâm’dan uzak cahiliyetin armasıdır.
    Doğruyu söylemek gerekirse İslâmiyet bu çeşit cahiliyet taassubu ile ne şekilde ve ne surette olursa olsun, köklü bir savaşa girmiş ve bir tek sanca
    ğın gölgesinde teşekkül eden
    kendi nizamını kurmaya çalışmıştır. Bu sancak Allah’ın sancağıdır. … Vatan sancağının değil… Irk sancağının değil… Cins sancağının değil… Aşiret sancağının değil… Bütün
    bu sancaklar İslâm’ın kabul etmeyeceği sancaklardır.
    Nitekim Allah Rasûlü şöyle buyurur: “Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Hz. Adem ise topraktan yaratılmıştır. İleride bir topluluk ataları ile iftihar edecektir. O zaman Allah
    katında çok basit bir varlık durumuna düşeceklerdir.”

    Bir başka hadis-i şerifte de cahiliyet taassubu ile ilgili olarak
    buyurmuştur ki: “Bırakın onu. O iğrenç bir şeydir.” (Fi zilal:13/507, 508)
Scroll to Top