ASLEN Aksaray’lıdır. Aile Kayseri’ye gelir, yerleşir. Hacı Hüseyin Aksakal hocamız 1878 yılında Kayseri’de doğar. Çocukluğu hakkında bir bilgiye sahip değiliz. Zahiri ve batını ilimlerle mücehhez Külekçizade Hacı Ali Efendi hocanın rahle-i tedrisinde yetişir. Sarf, Nahiv, Meani, Bedii, Mantık, Kelam,
Fesahat, Beyan Fıkıh, Hadis, Tefsir, feraiz derslerini okur. Bu derslerden 1908 yılında
icazetname alır. Merhum Külekçizade Hacı Ali Efendi hoca, talebesi için “Aklî ve naklî ilimlerde ehliyete haizdir” der.
Hacı Hüseyin Aksakal hoca, Nakşîbendî tarikatı şeyh Es’ad Erbili hazretlerine intisap eder. Tarikatte de seyr-i sülükünü tamamlar. Zülcenahayn bir insan olur. Cülcenahayn: İki kanatlı demektir. Kuş
bir kanadı ile uçamaz. Cülcenahayn tabirini insan için kullandığımız zaman, zahiri ve batını ilimlere, diğer bir tabirle dünya ve âhiret ilimlerine sahip geniş bilgisi olan insan kastedilir. Hacı Hüseyin
Aksakal hocamız, Arapçaya, İslâmî ilimlere, tasavvufa vâkıf olduğu gibi Farsçayı da hakkı ile bilirdi. Sohbetlerinde, vaazlarında bol bol Sadi’den, Mevlana’dan örnekler verir, beyitler okurdu. Merhum bir
ara İstanbul’a gider, fahri vaizlik yapar. Ateşli vaazlar yapar, takibata maruz kalır. Hemşerileri tarafından Kayseri’ye kaçırılır. 1909’da Kayseri medresesinde müderris olur. 1921’de Medres-i Aliye’de müderrislik yapar. Medreseler kapanınca 1922 yılında kız mektebi din dersi muallimi olur. 1924 yılında mekteplerden din dersleri kaldırılınca Raşid Efendi kütüphanesine memur olur. 1926 yılında Kütüphane memurluğundan ayrılır. Kayseri vaizliğine tayin edilir. Hocası, Hacı Hüseyin Aksakal hocamıza vaaz etmesini ve talebe okutmasını vasiyet eder. Hocamız da vaaz etmesini ve talebe okutmasını çok sever.
Kendisine talebelik etmiş sınıf arkadaşım Dr. Mustafa Çuhadar merhumun bu yönünü şöyle açıklar: “Hacı Hüseyin Aksakal merhum memleketin yetiştirdiği ender insanlardan biri idi. En büyük ideallerinden birisi insan yetiştirmekti. Hiç bir maddi menfaat düşünmeden, her türlü tehlikeyi göze alarak bunu sağlamaya çalışmıştır. Vaazları ile camilerimizde dolup taşan cemaatine İslâm’ı öğretmeye çalışırken, özel olarak, İslâmî ilimlerde söz sahibi insan yetiştirmeyi gaye edinmişti. Onun şu sözünü hiç unutamam: “Bir insan için yemek ve içmek ne kadar ihtiyaçsa, öğrenci ile meşgul olup, okutmak da benim için o kadar ihtiyaçtır. Öğrencileri kendi çocukları gibi sever, onların dert ve sıkıntıları ile yakından ilgilenirdi. Onun bu yakın ilgisi sayesinde tahsilini devam ettirip bu sahada yetişen nice arkadaşımız olmuştur.”
Merhum çok genç yaşta heyecanlı ve tesirli vaaz etmeye başlamıştı. Şimdi resmen Kayseri vaizi idi. Vaaz etmek vazifesiydi. Vaazlarına başladı. Konuşması akıcı, sesi gürdü. Sesini Cami-i Kebirin her tarafına duyuruyordu. Camiyi dolduran cemaat, vaazını heyecanla ve zevkle dinlerdi. Hocamız vaazını en heyecanlı ve tatlı yerine bırakırdı. Cemaat bir sonraki vaazında yer bulabilmek için erken camiye gelirlerdi. Dini siyâsete alet ettiği isnat ve iftirası ile 1925 yılında Ankara’da İstiklâl mahkemesinde yargılanır ve beraat eder. Hizmetten uzak durması telkin edilir, hatta ölümle tehdit edilir. fakat
o vaazlarına hiç ara vermez, 1944 yılında emekli olduktan sonrada ölünceye kadar vaaz etmeye devam eder. Söz ehli değil, hal ehli idi. Sünnet-i Seniyye’ye uygun yaşayışı ile halkın gönlünü kazanmış, onların İslâmî yaşayışta örnek ve önderi olmuştu. Halk onu görünce oturuyorsa kalkar, yürüyorsa durur selamını alırdı. Hocamızla ilgili bir olay şöyledir: Hocamızı garnizon kumandanı vali’ye şikâyet eder. Vali’ye konuşma fırsatı vermeden, valinin polisine git bu adamı al, getir der. Polis gider, merhum Aksakal hocamızı bulur. Hakkında kumandanın şikâyeti var, haydı gideceğiz, der. Halk duyar, hocamızın peşine düşer. Kalabalık gittikçe artar. Kumandan oturur, vali makam
odasında durmadan dolaşır. Zaman zaman da pencereden dışarı bakar. Dışarıda insanların gittikçe kalabalıklaştığını görür, endişelenir.
Merhum hocamız valilik odasına girince vali kumandana fırsat vermeden “vazifen nedir?” der. Merhum hocamız vaaz etmektir, cevabını verir. Vali öyleyse git, vazifeni yap der. Kumandan şaşırır, ayağa kalkar, pencereden hocamızın ve meydanı dolduran halkın gidişini seyreder. Vali ani bir kararla büyük bir hadisenin çıkmasını önler. Merhum Hacı Hüseyin Aksakal, hocasının vasiyetine uyarak vaaz etmenin yanında talebe okutmaya da başladı. Devir dini ilimlerin öğrenilmesi, öğretilmesi yasak bir devirdi. Hocamıza göre, milletin dinini öğrenmesi ve dinine göre yaşaması lazımdı. Bunun için dinini bilen ve bildiren insanlara ihtiyaç vardı. Merhum bu ihtiyacı karşılamak için talebe okutmaya başladı. Arapça sarf, nahiv ve mantık,
beyan gibi dersleri yatsı namazlarından sonra evinde veya tesbit ettiği diğer evlerde okutur, sık sık yer değiştirirdi. Yasak eğitim verdiği iddiası ile çok miktarda şikâyet ve baskılara maruz kalırdı. İdare de halkın hocamıza gösterdiği büyük ilgiden dolayı çoğu zaman görmezden gelir veya uyarılarla iktifa ederdi. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi dersleri ise, Camii Kebir kürsüsünde vaaz ederken okutmuştur. Bu derslerde talebelerin her biri ayrı bir direğinin dibine oturur, kitabını açar, bekler. Hocamız halka vaaz eder, bir ara talebelerine dersi anlatır, ehlinin malumu der, vaaz’a döner Bu yolda yetiştirdiği talebelerinin topluca icazet merasimini Halk partisi devrinde büyük bir
cemaatin huzurunda Hunat Camii’nde yapar.
Hocamızın yetiştirdiği hocalardan; Abdullah Saraçoğlu’nun İmam-Hatip mektebinde talebesi oldum. Abdullah Saraçoğlu hocamız Bursa, Kocaeli ve Kayseri de müftülük yaptı. Eyub Kuruköse, Ahmed
Divriği hocamızdan sonra Camii Kebir imamlığı vazifesinde bulundu. Kendisinden feraiz okudum. Osman Çapacı, demirci kalfası iken hocamızdan okuyarak Demirci Hoca diye tanınmış,. Hatıroğlu
Camii’nin imamı idi. Coşkulu seher vaazları yapardı. Kendisinden İzhar okudum. Mehmed Çorakçı, ticaretle meşgul olur, talebe okutur, hayır işlerine öncülük eder camilerde yaptığı heyecanlı vaazları
ile camileri dolduran cemaatleri coştururdu. Bu hocalarımız yapılan her hayrın ve iyi işin ya başında ya da içinde idi. Hocamızın yetiştirdiği diğer hocalarımızda bulunduğu yerlerde hizmetlerine devam
etmişti. Ayrıca hocalarından aldıkları telkin ve terbiye ile ders okutmuşlar ve yeni hocalar yetiştirmişler.

Gizli gizli okuttuğu ve hoca ettiği talebelerinin icazet merasimini Hunat Camii’nde yapar. Bu resimde bulunanlar, merhum müftü Efendinin icazet verdiği, hoca olan son talebeleridir. 11 numara merhum Müftü Efendi, 4 numara Abdullah Saraçoğlu hocamız. 6 numara Mehmet Çorakçı hocamızdır. Bugün hepsi hakkın rahmetine kavuşmuştur. Makamları cennet olsun. Hocamızın vaazları, talebe
okutmaları yanında yazdığı kitapları da vardır. İsmi bilinen kitapları şunlardır: Diş Risâlesi, Manzum İlmihal, Muhtasar Hac Rehberi, Cuma Risâlesi, Barika-i Hakikat. Hocamız aynı zamanda bir şairdi.
Dr. Mustafa Çuhadar, Dr. Mehmet Türkmen ve Abdulkadir Kabdan hocamızın adını bilmediğimiz bir kitabını yayınladılar. 591 sayfa, büyük ebat “Keşkül” adlı kitap okunması gerekli bir kitap. Kitapta
ilmin ve irfanın hâkimiyeti vardır. Yazımızın sonunda kitaptan örnek olarak bir bölüm yayınlıyoruz. Abdullah Develioğlu’nun ayrılması ile29.4. 1950 yılında müftülüğe getirilmiştir.
Demokrat parti hükümetinin yedi İmam-Hatip mektebi açacağı duyulunca müftü Efendi tabir caizse Kayseri’yi ayağa kaldırdı. “Kayseri Makarrı ulemadır. Bu mektepten biri Kayseri’ de mutlaka açılmalı”
dedi. Kayseri, 1950 öncesinin din aleyhtarlığına rağmen hâlâ “Makarrı ulema=bilginler yatağı” olma niteliğini koruyordu. O günlerde ismini bilmediğim hocaların yanında hayatta olduğunu bildiğim
Hoca Efendiler şunlardır: Hacı Hüseyin Aksakal, Develi müftüsü Numan Efendi, Eski müftü Abdullah Develioğlu, Çukurlu hoca Abdullah Efendi, Cimcimin Sâlih Nursaçan Efendi, Hacı Mustafa Efendi, Hacı Hasan Efendi, Hacı Halil Haliloğlu, Nuh Balta Efendi, Hacı
Şaban Kavafoğlu, Kavgacızade Osman Efendi, Kirazzade Ahmed Efendi, Receb Hoca, Hafız Ahmet Leblebici, Hasbekli Hoca, Hocazade Ahmed Efendi, Mehmed Ali Satoğlu, Hulusi Satoğlu, Abdullah
Saraçoğlu, Mehmet Çorakçı, Osman Çapacı, Eyup Kuruköse, Celal Cihan.
Bu satırların yazıldığı anda bu hoca Efendilerin tamamı Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Mekanları cennet olsun. Âmîn… Müftü Efendi partinin Kayseri teşkilatını, şehrin ileri gelenlerini harekete geçirdi. Ankara’ya gitti. Kirazzade Ahmed Efendi’nin oğlu İbrahim Kirazoğlu, Demokrat parti Kayseri milletvekili idi. İlgililerle gerekli görüşmeler yaptı. İmam-Hatip mektebinin Kayseri’de açılacağının müjdesini getirdi. Müftü Efendi, İmam-Hatip mektebi açılırsa, mektebe bina vereceklerini, bir sene içinde de mektep binasını inşa edeceklerine söz vermiş. Mektep açılmadan önce de büyük bir kalabalıkla binasının temelini atmıştı. Mekteple ilgili halkta büyük bir istek vardı.
Nasıl olmasın ki, 1950 den önce mektep açmak şöyle dursun, evinde çocuğuna Kur’ân okutan, dini bilgi veren cezalandırılıyordu. 1950
den sonra yapılan her dini hizmet, aynı zamanda 1950 den öncekidin aleyhtarlığını yok etmek ve dini yaşayışı kuvvetlendirmek içindi. Müftü Efendi’nin verdiği müjdeden sonra camilerde vaazlar ve
hutbelerde açılacak İmam- Hatip mektebini anlatıyor, inşaatı için gerekli para toplanıyordu. Camilerden para toplanırken, kurulan heyetler çarşıları dolaşıyor esnafın yardımlarını alıyordu. Ayrıca şehrin ileri gelenlerinden bir heyet, ileri gelenlerin bağışlarını sağlıyorlardı. İmam-Hatibe yardım edenlerin başında hanımlar geliyordu.. Konu ile ilgili vaaz’ı dinleyen hanımlar ziynet eşyalarını çıkarıp veriyorlardı. İmam-Hatip mektebi mezunları imam, vaiz, müftü olacaklarmış. Biz de aramızda İmam-Hatip mektebine talebe olmayı konuşuyorduk.
Hocamız Hacı Yusuf Efendiye danıştık. Talebe olmanız iyi olur, dedi. Ama nasıl talebe olacaktık? İlkokul diplomamız yoktu. Müftü Hacı Hüseyin Efendi imdadımıza yetişti. Hafız olmuş, Arapça öğrenmeye çalışanları topladı. Açılacak mektepten mezun olanların millete ve dine büyük hizmet edeceğini, müftü ve vaiz olacaklarını açıkladı. Sizler bu mektebin ilk öğrencileri olacaksınız dedi. “İlk okul diplomamız yoktur” dedik. “Diploması olanlar var mı?” dedi. Birkaç arkadaş var dedi. “Diploması olmayanlar yarın buraya gelsinler” dedi. Ertesi günü geldik, “valiliğe gidiyoruz dedi” gittik.
“Müftü Efendi: Vali bey! Bu gençlerin çoğu hafız. Hepsi de Arapça okuyor. Açılacak İmam-Hatip mektebine tam talebe olacak kimselerdir. Okuyup yazmaları var, Sizden bunlara birer ilkokul diploması vermenizi istiyoruz,” dedi. Vali Kazım Arat, “peki Müftü Efendi” dedi. Düven önünde surların dibinde bulunan Cumhuriyet ilk okuluna gittik Bir odaya girdik. Masada bir kadın oturuyordu. Kadın müftü Efendiyi görünce fırladı, gitti. Müftü Efendi “başöğretmen nerede” diyordu. O zaman ilkokul müdürlerine baş öğretmen denirdi. Fırlayıp dışarı çıkan kadın başını örtmüş içeri girdi. “Başöğretmen benim” dedi. Müftü Efendi “kızım bu gençler İmam-Hatip mektebine talebe olacak” dedi. Başöğretmen; “Müftü amca valilikten telefon edildi. Diploma vereceğiz. Müsaade ederseniz bunlardan birer dilekçe alalım” dedi. Müftü Efendi gitti. Biz boş bir kağıda adımızı, adresimizi yazıp imzaladık. Zannederim, üç gün sonra imtihana girdik, 16. 11. 1951 tarihli diplomalarımızı aldık. İmam-Hatip mektebine talebe olduk. İmam-Hatip mektebine talebe olmamızı
sağlayan Müftümüz merhum Hacı Hüseyin Aksakal’dır.
Merhum, kısa boylu, zayıf bünyeli fakat çok çalışkan, tuttuğunu koparan bir insandı. Müftü olur olmaz ot pazarına iki katlı bir müftülük binası yaptırdı, müftülüğü Tennuri sokaktaki minderli odadan
kurtardı. Bizi aldı, valiye gitti, diploma istedi. Önümüze düştü, cumhuriyet ilkokuluna götürdü. İşi sağlama bağladı. Yapacağı işi başkalarına havale etmezdi. Müslümanlara gerçek bir örnekti, önderdi. Eski tabirle “Mürşid-i Kamildi.” İmam-Hatip mektebi 24 Aralık 1951 yılında Taşçıoğlu Kur’ân kursunun bahçesinde yeni yapılan tek katlı binada üç sınıf halinde açıldı. Hocamız İmam-Hatip mektebinin
hedefinin Müslümanlara önderlik edecek hocaları yetiştirmek olduğunu anlattı. İmam-Hatip mektebinde yetişecek sizler, bu vazifeyi yapacak kimselersiniz mealinde konuştu. Bize derse gelmedi ama diğer sınıflarda hocalık etti.
Merhum müftümüz, temelini attığı İmam-Hatip mektebinin sınıflarına talebelerin dolduğunu görmeden 6 Aralık 1952 de bu dünyadan ayrıldı, Rabbine kavuştu. Mahşeri bir kalabalıkla Hunat Camii’nde cenaze namazı kılındı. Caddeleri, sokakları dolduran insanların cenaze namazını kılabilmeleri için evlerin damlarına çıkmış müezzinler imamın aldığı tekbirleri yüksek seslerle tekrar ettiler. Uzaklarda cenaze namazına duranlara duyurdular. Yine mahşeri bir kalabalıkla eller üzerinde ‘İyiler Mezarlığı’na götürüldü. Mezarlığa varıldığı zaman ikindi ezanı okunuyordu. Tekbirler arasında defnedildi. O gün Kayseri halkı sevgili müftüleri için ayaktaydı. Merhum, 2 sene 8 ay müftülük yaptı. Allah ondan razı olsun, makamı cennet olsun..
Yazımızı Merhum Kayseri müftüsü Hacı Hüseyin Aksakal hocamızın “Keşkül” kitabından aldığımız satırlarla tamamlayalım: “Şimdi Kur’ân-ı Kerîm’i dinleyelim.
Kur’ân Hz. Muhammed’in şahididir. Kur’ân insanlığın ebedî övünç vesilesi olan Hz. Muhammed (sav)’in mucizesidir. Kur’ân yer ve göklerin hazinelerinin keşfedicisidir. Kur’ân kâinât kitâbının hulasasıdır. Kur’ân bütün hadiselerin altında gizlenen hakikatlerin anahtarıdır. Kur’ân insanı hakikate sevk eden tek mürşittir. Kur’ân öyle bir semâvî kitaptır ki daima genç ve dinçtir. Çünkü ezelî ve ebedîdir. İhlâsla onun huzuruna giren herkes diz dize, omuz omuza, yan yana oturabilir. Herkes kendi meşrebine, kendi neşesine, kendi mesleğine göre ondan hissesini alabilir. O ferman-ı ilâhîdir. Kur’ân var olan bütün yer ve göklerin Yaratıcısı adına bir hitabedir. Kur’ân saltanat-ı ilâhî adına ezelî bir hutbedir. Onun her yönündeki gayesi sonsuz mutluluğa davettir. Kur’ân akla nur, gönüllere huzur verir. Kur’ân bir sır kutusudur, âşığına açılır. Kimse onun karşısında cephe alamaz, daima hasmını yener ve susturur. Yalnız satırlarda değil, sadırlarda da mahfuzdur. Akla ve ruha hitap eder, vicdana hitap eder. Onun için nefsânî hükümlerin pençesinde mahkûm olanlar, zulmette boğulanlar ondan hoşlanmazlar. Fakat yine mahkûm olurlar. Yarasa kuşu güneşin nurundan zevk almaz, daima karanlık arar. Nefsin zindanında kalanlar da öyledir.
Kur’ân daima meydanda, şimdi de kendisini radyoda okutturuyor, kendisini tasdik edenlerin ve etmeyenlerin çevresinde okunacak ancak o kitap vardır. Hiç kimsenin kitabı okunmuyor. Bu ne büyük bir saltanattır, ne geniş bir kudrettir. Cenab- Hakk’ın ne şaşırtıcısı bir cilvesidir, ne dehşetli bir dersi, bununla mazeret kapısını kapatıyor, medeniyet alanında Kur’ân sesi duymadım dedirtmiyor. Gel yirminci asrın adamı, kitabım hakkında hiç mazeret gösteremezsin, O’nu işitmedim diyemezsin, diyor. Kur’ân-ı mübînin konularındaki kudretli camia karşısında kim kıpırdayabilir. Bak O’nun derinliğine dalan gerçek ârif insan neler bulup, neler çıkarıyor. O Kitab-ı Mübîn, vazifesinden, kâinâttan, Hâlık’ından (Yaratanından), yer ve gökten, dünya ve âhiretten, geçmiş ve gelecekten, ezel ve ebed’den bütün bahisleri topladığı tavırdan tavıra geçip nutfe olan Alâktan amel sandığı olan kabir çukuruna girinceye kadar olan hayatın edeblerinden tut, ta kader ve kaza bahislerine kadar açmış, âlemin yaratılışından, rüzgarlardan ve esmesinden, vazifelerinden tut, ta insanın kalbine
ve iradesine müdahalesinden bütün gökler bir kabzada bulunmasından, yerin semerelerinden, askerinden, demirinden, kömüründen petrolünden tut gök’ün ta dumanla bölünmesine ve yıldızların düşüp dağılmasına kadar, dünyanın bir imtihan sahnesi olarak açılıp kapanmasından, âhiretin ilk istasyonu olan kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden tut tâ cennete saadet-i ebediyyeye “Elestü birabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) Muahedesi olan hadise-i ezeliyyeden Cenab-ı Hakk’ın ezeli cemalini görmeye kadar âhenk ve intizam ile ancak Kur’ân-ı mübîn beyan eder.
Kâinâtı bir saray gibi idare edip, dünya ve ahreti onun iki odası olarak açıp kapayan şan sahibi Yaratıcı’yı ancak o kitab-ı hüküm beyan eder. Onun usanmak şöyle dursun belki lezzet verir her tekerrüründe ayrı manalar gizlenmiş. Âlemde hiçbir kitap öyle ezberlenmemiştir. Küçük ve basit bir çocuğun hafızasında kalır, az bir sözden etkilenen ağır bir hastanın kulağına okunduğu vakit ne kadar hoş gelir. Ölüm döşeğinde sevgili yavrusunun gözünü açmayan ölümü bekleyene
okunduğu zaman rikkatle, sevinçle safa ile bakar. Onun dimağının en tatlı şerbeti, kulağının en mühim zemzemi olur. Çünkü kalplere kuvvet ve basiretlere ru’yet ve gönüllere şifa oradan gelir. Hulasa güneşin ziyası nasıl “Ben güneşten geldim” diye her gün kendini açıkça ilan ederse, Kur’ân-ı mübîn de “Ben Allah’tan geldim, ben onun beyanıyım” der öyle ilan eder. Ey nûr-ı irfâna talip! ve hakikat yolcusu!
Dikkat et, iyi dinle, insanlığın hayat-ı edebisini kurtarmak ve onların sahib-i hakikisi olan Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkarabilecek manevi kazanç varlığını temine gelen ve asıl görevleri Allah’ı beyan etmek olan, marifetullahı ve Halik’ını, ahlâkı ve hükümleri onun muradı üzerine bütün insanlığa tebliğ eden her peygamber nübüvvetini ilan ettikleri zaman sahada hangi şey revaçta ise mucizelerinin önemli bir kısmı o cinsten gelmiştir. Mesela, Hz. Musa (as) zamanında sihir revaçta idi, mucizeleri o yönde tecelli etti. Hz. İsâ(as) zamanında tababet revaçta idi, mucizeleri o şekilde ortaya çıktı. Hz. Fahr-i alem(as)’in peygamberliği zamanında belâgat o kadar revaçta idi ki, en yüksek miras, en yüksek mal, atalarından çocuklarına kalan milyonlar, hanlar, apartmanlar ve depdebeler değil, atalarının anlamlı bir sözü, bir cümlesi idi. Belâgat o kadar revaç görmüştü ki belâgat sahibi bir edip bir kavmin milli kahramanı sayılırdı. İşte insanlığı en yoğun bir karanlık perdesi kaplamış, artık ne Hz. Musa ne Hz. İsâ ve hiçbir peygamberin o yoğun perdeyi parçalayacak imkânı kalmamıştı.
Peygamber Efendimiz, doğru yola hidâyete insanların en çok ihtiyaç duyduğu, doğru dine davete ve işleri düzenlemeye, halkın durumunu kontrol altına almaya güç yetirecek bir zamanda zuhur etmiştir. Çünkü zaman, rasûllerin kesintiye uğradığı, yolların ayrıldığı, milletlerin yoldan çıktığı, devletlerin bozulduğu ve sapıklığın alevlendiği, imkânsızlığın uğraştırdığı bir zaman idi. Farslıların ateşe taptığı, analara tecavüz edildiği, Türkün ihtilal ve kullara işkence yaptığı, Hindin sığıra ibâdet edip, taş ve ağaca secde ettiği, Yahudinin inat vegarazkarlığı, Hristiyanın baba, oğul olmayan Allah hakkında hayrette kalıp, Arabın putlara tapıp, kız çocuklarını diri diri gömdüğü bir ortamdı. Yani bütün medeniyetler yıkılmış, insanî duygular ayaklar altına alınmış, fuhuş övülüp, edep kötülenmiş idi. Irz ve şeref adına bir şey kalmamış, zayıf güçlüden hakkını alamıyordu. Kadınlar kocaları öldüğünde maddi eşya gibi miras kalıyor, İlahi san’at fabrikasının en büyük tezgahı olan ve var etme mahalli bulunan kadın hayvan gibi pazarda satılıyordu. Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Hulasa insanlık yaratılışından sıyrılmış, hayvanlık derecesinden pek aşağıya düşmüştü. Putperestlik dünyanın her tarafını sarmıştı. Küfür ve zulüm gayret mevkiinde idi. Bu yoğun zulmet perdesini
ancak insanlığın edebi övüncü olan Hz. Muhammed (sav) parçalayacaktı, O’nun işi idi. Allah tarafından ölçülü boyuna peygamberlik elbisesi giydirilerek, elinde şahidi ve delili Kur’ân olan Allah’ın sevgilisi insanlığa alçak gönüllülükle gönderildi. İşte o Kur’ân insanlığın bütün ediplerine karşı ferman okuyor, benzerimi getirin diye cephe açıyor değil, benzer bir cümlemi getirin diyor…
————————————————
Kaynakça
1-Hacı Hüseyin Aksakal, Keşkul: 17, 32, Hazırlayan Dr. Mustafa Çuhadar,
Kitabe Yayınları, Ankara 2012