İmam-ı Azam Ebu Hanife (rha)699 – 767

BABASININ adı Sabit. Numan bin Sabit diye bilinir. Ebu Hanife künyesidir. “İmam-ı Azam=En
Büyük İmam” diye anılır. Dedesi Afganistan’ın başşehri Kâbil halkındandır. İslâmî fetihler sonunda Arabistan’da Teymeoğulları yurduna getirildi. Müslüman oldu, hürriyetine kavuştu. Faruk Zevta ismini
aldı, Kufe şehrine yerleşti. İmam-ı Azam’ın babası Sabit Kufe de doğdu, büyüdü. Hz. Ali (ra) ile görüştü. Hz. Ali (ra), ailesi ve zürriyeti için hayır ve bereket duasında bulundu. İmam-ı Azam da babası gibi Kufe’de doğdu. Yıl Hicri 80, Miladi 699’du. İmam-ı Azam, çocukluğunda ailede dini bir hava içinde yetişti. Çünkü anne ve babası son derece dindar ve bilgili insanlardı. Aile zengindi. Babasının işi ticaretti. Yoksulluk görmedi, sıkıntı çekmedi.

Kufe ilim merkezi idi. Âlimler yatağıydı. Aynı zamanda çeşitli akımların ve sapık fikirlerin harman olduğu bir meydandı. İlmî ve dinî münakaşaların çokca yapıldığı bir yerdi. İmam-ı Azam’ın çocukluğunda üstün bir zeka sahibi olduğu görülmekteydi. Etrafında olan her şey ile ilgilenir, her şeyi öğrenmeye çalışırdı. Küçük yaşta okumaya başladı. Önce Kur’ân-ı Kerîm’i okumayı öğrendi. Kur’ân-ı Kerîm’i okumayı öğrenmek, her Müslüman’ın ilk vazifesiydi. İmam-ı Azam da bu vazifeyi yaptı. Önce okumayı öğrendi sonra ezberledi. Hafız oldu. İmam-ı Azam, Kur’ân-ı Kerîm’i çok okurdu. Her okuyuşta ken dini bir başka âlemde bulurdu. Büyük İmam’ın hayatının en büyük süsü ve zevki Kur’ân okumaktı. Sarf ve nahiv öğrendi. Arap edebiya tını bütün incelikleri ile kavradı. Cedel ve kelâm ilmine yöneldi. O zaman Kufe, cedel ve kelam ilminin kahramanlarının at koşturduğu bir meydandı. Sapık fırkalar, Müslümanların temiz ve saf inançlarını bozmak için cedel yani münakaşa ve münazara ilmini çokça kullanırlardı. İmam-ı Azam, cedel ve kelam ilmini öğrendi. Çok kuvvetli bir mantık ve muhakeme gücüne sahipti.

İmam-ı Şafii, İmam-ı Azam’ın mantık ve muhakeme gücünü belirtmek için şöyle der: “Ebû Hanife bir şeye altın derse, ispat etmeye muktedirdir.” İmam-ı Azam, bu mantık ve muhakeme gücü ile
münazara meydanına atıldı. Sapık fikirlerin sahipleri İmam-ı Azam karşısında hep yenikti. İmam-ı Azam, sapık ve zındıkları susturmak için en kısa yoldan gider, onları perişan ederdi. Zaman zaman felsefi ve kelamî münakaşaların yapıldığı Basra’ya gider aylarca orada kalırdı. Ehl-i Sünnet itikadının korunmasında İmam-ı Azam’ın büyük katkısı oldu. O’nun yazdığı “El Fıkhu’l Ekber” atlı kitap bu konuda ilk eser olma vasfına sahiptir. İmam-ı Azam, Dört İmam’ın ilki ve öncüsüdür. Düşünceleri ve çalışmaları ile kendinden sonra gelenlere geniş ufuklar açmıştır. Onlara hür düşünme, ilmî düşünme, Kur’ân ve Sün nete uygun düşünme, düşüncesini hayata uygulama yolunda önderlik etmiştir. Ümmet-i Muhammed’in dinî, ahlâkî, sosyal, hukukî ve her türlü dertlerine çare aramalarının yollarını göstermiştir. Ondan sonra yapılan bütün ilmî ve fıkhî çalışmalarda İmam-ı Azam’ın etkisi ve yol göstericiliği vardır. Büyük İmamın düşünceleri ve fetvaları mü’minlerin gönüllerinde sıcak bir kabul görmüştür. Nasıl görmesin ki, onun çalışmalarının temelinde ihlâs vardı, Allah’ın (cc) rızasını kazanmak vardı…
İmam-ı Azam, 16 yaşındayken, babası ile hacca gitti. Hicaz’da hadis âlimlerinden hadis öğrendi. İmam-ı Azam, hayatında 4 sahabe ile görüştü. Tabiinden olma vasfına sahip oldu. Babası öldü. Ticaret ona kaldı. Babası hayattayken, hem okur hem de ticaret yapardı. Annesi Cafer-i Sadık hazretleri ile evlendi. İmam-ı Azam ilmî çalışmayı ticaretle birlikte yürütüyor, ilim, edeb ve fazilet abidesi olan babalığı Cafer-i Sadık hazretleri ile dinî ve ilmî sohbetler yapıyordu. Âlimler ticareti bırakmasını, tamamen ilimle meşgul olmasını söyledi. İmam-ı Azam da ticareti ortağına bıraktı. Kendini ilme verdi.
Ama ticaretin ortağının emirlerine uyup uymadığını daima denetlerdi. İmam-ı Azam, Eş-Şabi, İbrahim Nihâi adlı âlimlerden fıkıh öğrendi. Hammad bin Süleyman’ın öğrenciliğinde karar kıldı. Hocası vefat edinceye kadar 18 sene onun öğrenciliğini yaptı. Hocası ölünce onun halkasında ders ve fetva verme işi ona kaldı. Bu sırada 40 yaşına yakındı. Kendisine İmam-ı Azam dendi. Ebu Hanife diye künyelendi. 30 yıl kadar süren ders ve fetva sırasında içtihad seviyesine ulaşan birçok talebe yetiştirdi. İmam-ı Azam sahip olduğu ilim kuvveti ile fıkıh’a yön verdi.

Fıkıh ilmini ilk defa tedvin eden, fikhı bablara ayıran İmam-ı Azam Ebu Hanife idi. Bu usûl zamanı mızda da uygulanmaktadır. İmam-ı Malik, Ebu Hanife’nin usûlünü kullanarak “Muvatta” yı tertip etti.
Fetva verme, hadisleri anlama, delillerden hüküm çıkarmada yeni esaslar belirledi. İmam-ı Azam, fıkıhta kaynak ve delil olarak kitap, sünnet, sahabe fetvaları, icma, kıyas, istihsan ve örfü esas aldı. O,
peygamberden gelenleri kabul eder. Sahabeden gelenleri seçer, birini diğerine tercih eder, fakat hepsini terk etmezdi. Kitap, sünnet ve sahabenin fetvaları dışında kendini serbest kabul ederdi. Rey ve Kıyas’ı çok kullanırdı. Her türlü fikrin İslâmî bir çerçeve içinde konuşulmasını isterdi. Dersleri, öğrencileri ile birlikte serbestçe karşılıklı konuşma ve müzakere ile geçerdi.

Kendisine sağlam bir hadis veya sahabe fetvası söylenince hemen onu kabul eder, kendi rey ve görüşünden dönerdi. Çünkü hakkı aramada son derece samimi ve ihlâs sahibiydi. Derin bir düşünce sahibiydi. Meselelerin aslına nüfuz ederdi. Her meseleyi inceden inceye incelerdi. Her şeyin illet ve sebeplerini araştırırdı. Aklına uymayan hiçbir fikri kabul etmezdi. Düşüncesinde tam bir istiklâl sahibiydi. Düşüncelerini söylemekten ve anlatmaktan hiç çekinmezdi. Yalnız Allah’tan (cc) korkar, O’nun rızasını kazanmak için bütün varlığı ile çalışırdı. İmam-ı Azam, fıkhını yazmadı. Onun görüşleri talebeleri tarafından yazıldı. Bilhassa İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed’in kitapları hocalarının çalışmalarını, görüşlerini ve fetvalarını bize kadar ulaştırdı. İmam-ı Azam’ın görüşlerini yazan ve kitaplaştıran öğrencisi İmam-ı Muhammed dir.

İmam-ı Azam ve emsali âlimlerin çalışmaları ile sapık ve zındıkların belleri kırıldı. Temiz, doğru ve saf İslâm inancı korundu. Fıkhî çalışmaları ile kitap ve sünnete uygun yaşama şekli belirlendi her kafadan
çıkan bir sesle İslâm âlemi üzerinde hâkim olmayı isteyen ehli heva ve zındıkların hevesleri kursaklarında kaldı. Asırlardan beri itikad, ibâdet, ahlâk, fazilet, muamelât, ve ukubât (ceza) konusunda İslâm’ın bütün emir ve yasaklarının aslı hüviyeti ile disiplinli bir şekilde devamı o büyük imamların ve bu imamların başı olan İmam-ı Azam’ın çalışmaları ile mümkün olmuştur. Onlar Allah’ın(cc) bu ümmete birer lutfûdur. İmam-ı Azam’ın ve arkadaşlarının, meydana getirdikleri fıkhî sisteme karşı çıkanlar, kötü niyetli değilseler de birer gaflet ehli bedbaht kişilerdir. Gerçekten onlar şahsiyet, liyakat ve ehliyet yönünden bu ümmete önderlik yapacak yapıdaydılar bu vazifelerini
de yaptılar.
İmam-ı Azam’ın niteliklerine bakalım: İmam-ı Azam, orta boylu, hafif esmer güler yüzlü idi. Verâ ve takva sahibiydi. Nefsine hâkimdi. İradesi kuvvetliydi. Duygularını dizginlemesini bilirdi. Hassas bir
yüreği vardı. Son derece şefkat ve merhamet sahibiydi. Ağır başlıydı, vakar ve sükunetini muhafaza ederdi. Temizdi, temiz giyinirdi. Nazikti, kabalıktan hoşlanmazdı. Konuşması gâyet tertipli ve düzgündü. Güzel konuşurdu, lüzumsuz sözleri ne söyler ne de dinlerdi. Gönlü marifet nuru ile aydınlanmıştı. Doğru idi, kanaatkardı, cömertti. Zenginliğini Allah (cc) için kullanırdı. Fakirleri ve öğrencilerini görür gözetirdi. Seneden seneye kazancını toplar, bununla Fakîh ve Hadisçilerin ihtiyacını karşılardı. Yiyecek ve içeceklerini satın alırdı. Kazançtan geri kalan parayı da yine dağıtırdı. Parayı verdikten sonrada şöyle derdi: “Bunu ihtiyaçlarınıza harcayın, yalnız Allah’a (cc) şükredin. Benim verdiklerim gerçekte benim değildir. Sizin nasibiniz olarak fazlı ve kereminden benim elimle Allah’ın (cc) size gönderdiğidir.” O yalnız öğrencilerinin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz. Fakir ve yoksul halka da yardım ederdi. Her öğrencisine helal ve haramı öğrenmekle, asıl büyük zenginliğe kavuşacaklarını söylerdi.

Ticarette onu Hz. Ebu Bekir’e benzetirlerdi. Sehil bin Müzahim şöyle der: “Ebû Hanife’nin evine gittiğimde yerde sergi olarak hasırdan başka bir şey görmedim.” İmam-ı Azam’da tamah ve hırstan eser yoktu. Özel hayatında son derece sade idi. Çoğu zaman gündüzleri oruç tutardı. Gece namaz larına devam ederdi. Âbid idi. Zâhid idi. Gerçekten âlimdi. İlmi ile amildi. Davud-u Tâî onun hakkında şöyle der; “Ebû Hanife yolunu kaybeden yolcular için yol bulmaya yarayan yıldız gibiydi. Öyle âlimdi ki, sevgisini bütün mü’minlerin kalbi kabul etmiştir. Ne sevginin, ne de nefretin tesiri altında kaldı. Ne halka boyun eğer. Ne de mevki ve makam sahiplerine bende (köle) olurdu. Hakka bağlıydı. Her şeyi Hak ölçüleri içinde değerlendirirdi.” Musûl halkı hükümdar Mansur ile yaptığı biatı zaman zaman bozmuştu. Son biatlarında, Mansur bir daha biatlarından dönerlerse kanlarının döküleceğini bildirdi. Onlar da bir daha dönmeyeceklerini eğer dönerlerse kanlarının hükümdara helâl olacağını söylediler. Fakat biatlarından yine döndüler. Bunun üzerine Mansur, içlerinde Ebu Hanife de bulunan bütün âlimleri topladı, onlara şöyle dedi: “Söyleyin bakayım, Allah’ın Rasûlü’nün (sav)’in “Mü’min şartlarına bağlıdır” sözü gerçek midir, değil midir? Eğer doğru ise, Musûl bana biat ettiler ve sonra bu biatlarından döndüler. Valime karşı ayaklandılar. Bu durumda benim onların kanlarını akıtmam helâl mıdır, yoksa değil midir?”

Hazır bulunanlardan biri: “Onlara istediğini yapabilirsin. Affedersen bu senin büyüklüğündendir. Cezalandırırsan bu senin tabii hakkındır. Çünkü bahsedilen halk cezaya müstahak olmuştur.” Ebu Hanife ise susmuş ve Mansur’un sorusuna cevap vermemişti. Mansur Ebu Hanife’ye dönerek: “Ey İmam! Sen ne dersin? Biz Allah’ın Rasûlü’nün (sav)’in hilafetinin emin yerinde değil miyiz?”dedi.

İmam-ı Azam, Mansur’a şu cevabı verdi: “Onlar ileri sürdüğün şartları kabul etmemek durumunda değillerdi. Böyle bir imkânları yoktu. Onun için kabul etmek zorunda kalmışlardı. Sen sana hak olmayan şartları onlara kabul ettirmişsin. Bir Müslüman’ın kanı ancak şu üç şeyden biri için akıtılabilir, ancak bu üç şart varsa Müslümanın kanı helâl olabilir. Adam öldürürse, dini kabul ettikten sonra yeniden küfre dönerse, evli olduğu halde zina ederse… İşte bu üç hal’in dışında kalan sebeplerle bir Müslümanın kanını akıtmak sana helâl değildir. Allah’ın (cc) şartlarına bağlı kalman senin için hayırlı olur.”
Mansur, bütün âlimlerin gitmelerini sadece İmam-ı Azam’ın kalmasını istemiş, âlimler gittikten sonrada şöyle demiştir: “Ey İmam! İşin gerçeği senin söylediğindir. Evine dön! Fakat halifenizin aleyhinde fetvalar verme. Çünkü isyancı Hariciler (Siyasî ve dinî aşırı bir hareket) senin gibi büyük Fakîhlerin fetvalarından destek alıyor cesaret buluyorlar.” İmam-ı Azam, kim olursa olsun hakikatı söylerdi. Her yerde doğruyu söylerdi. Doğruluktan zerre kadar ayrılmazdı.

Toplumda olan hadiselerin sebeplerini araştırır. Neticeler üzerine dururdu. Siyasi olayları yakından takip ederdi. Olaylara karışmazdı. Fakat düşünceleri söylemekten de çekinmezdi. Düşüncesinden
dolayı mağdur düşenlere de yardımda bulunurdu. Emevî idaresini sevmezdi. Zülüm ve haksızlıklarını kınardı. İdare de İmam-ı Azam’dan çekinir, O’nu yanında görmek isterdi. Bunun için vazife vermek istediler. İmam-ı Azam kabul etmedi. Zulme ortaklık yapamam dedi. Onu hapse attılar. İşkence yaptılar. Ölüm endişesi ile hapisten çıkardılar. O da Emevîlerin zulmünden korunmak için Mekke ‘ye gitti. Orada ilimle meşgul oldu. Emevîler yıkıldı. Abbasiler idareye geldi. İmam-ı Azam onların da Emevî idaresinden farklarının olmadığını gördü.

İmam-ı Azam, şekil, ruh ve uygulama yönünden Kuran’a ve Sünnete uygun bir idare istiyordu. Abbasîlerin yaptığı yanlış uygulamaları kınadı. Abbasî hükümdarı Ebu Cafer Mansur, İmam-ı Azam’ı yanında görmek istedi. Ona kadılık teklif etti. Mevki, makam verdi. Mevki ve makamla o büyük insanı susturacak, o da benim hizmetimde diyecekti.

İmam-ı Azam, Mansur’un hiçbir vazife teklifini kabul etmedi. Şöyle dedi; “Eğer ben bu vazifeyi kabul etmediğim takdirde, Fırat ırmağında boğulmakla tehdit edilsem, boğulmayı tercih ederim.” Hükümdar Mansur, o büyük insanı zindana attı. Her gün işkence yaptırdı. Kendisine, zulmüne boyun eğmesini istedi. Ebu Hanife o zaman 70 yaşındaydı. İhtiyarlığına rağmen Mansur’un zulmü karşısında eğilmedi, bükülmedi. Hapiste 15 gün kaldı. Dayağın tesiri ile hayat yüküne fazla dayanamadı. Ruhunu teslim etti. Fani dünyadan ömrü boyunca hazırlandığı ebedi âleme, ahirete hicret etti. Öldüğü zaman
yıl, hicri 150, miladi 767 idi. İmam-ı Azam, ölmeden önce kendisinin Mansur’a ait gasp edilmiş bir toprağa gömülmemesini, temiz bir toprağa gömülmesini vasiyet etti. Ona göre devlet toprakları hükümdarın gasp ettiği topraklardı.

Vasiyeti işittiği zaman Mansur; “Ebû Hanife sağlığında da ölümünde de beni zorladı. Ona karşı beni mazur görecek bir kimse bu dünyada yok mu?” dedi. Muhammed Ebu Zehra, İmam-ı Azam’ın ölümü üzerine şunları yazar: “Sıddıkların, şehidlerin ölümüne benzer bir ölümle bu âlemden ahirete göçtü. Vefatı 150 hicri senesindeydi.” Ölüm onun için bir istirahat oldu. O büyük vicdan, O dindar ruh,
O kuvvetli kalp, O cebbar akıl, O sabırlı gönül, ölümle sonsuz huzura kavuştu. Bu yokluk evinden kurtularak Allah’ın(cc) rahmetine kavuştu.Bu fani dünyada eza ve cefaya maruz kaldı. Onlara tahammül gösterdi. Kendi görüşüne muhalif olanlardan neler çekti. Ona neler demediler, ne iftiralar atmadılar. O, bunların hepsine gönül rızası ile tahammül etti. Önce ayak takımından, sefih kimselerden, sonra idarecilerden, en sonunda da halifelerden eza ve cefa gördü. Bunlara rağmen ne zaaf gösterdi, ne de gevşeklik. Bezmedi, yılmadı, nefisle cihat lazımdır. Bu cihad içinde türlü meydanlar vardır. Ebu Hanife Hazretleri bu nevi cihadın en büyük kahramanlarındandır ve bu
meydanın hepsinde şanlı zaferler kazanmıştır. Cihadında metindi. Celâdet ve kahramanlıkta eşsizdi. Bu cihadda daima üstün gelmiştir. Hatta son nefesinde bile gasp edilmemiş olan temiz ve pak bir toprağa defnolunmasını vasiyet etmeyi unutmamıştır. O temiz insan, temiz toprağa yakışır. Temiz yaşadı, temiz öldü. İlim, din, ahlâk ve ruh azametinin büyük değeri ve tesiri vardır. Bu saltanat azametinden hiç de az değildir.
Ona işkence edenler sadece ona işkence ettiklerinden ötürü anılmaktadır. O ise, düşünceleri ve verdiği insanlık dersi yüzünden yaşamakta, Müslümanların ve hatta kadir bilir bütün hukukçuların gönlünde yaşamaktadır. Halen dünyanın dört bir yanında okutulan derslerle birlikte yaşamaktadır. İsmi bütün ilim meclislerinde en büyük hoca olarak anılmaktadır. Devirler değişmiş, sultanlar yıkılmış ama O daima diri kalmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife gerçekten büyük idi.” İmam-ı Azam’ın ölümüne cihan ağladı. Değmez miydi? Dünya İmamını kaybetti. İmam-ı Azam bu dünyadan ebedî âleme gitmiştir. Bağdat halkı cenaze namazında idi. Mansur da geldi. Kabri başında durdu. Yaptıklarına pişman mıydı? Bilmiyoruz. İmam-ı Azam Ebu Hanife hayatı boyunca pişmanlık duyacağı hiçbir şey yapmamıştır. Yaptığı her iş, söylediği her söz Hakk’ın emrine, Peygamberin (sav) sünnetine uygundu. Haksızlık karşısında susmadı, zulme boyun eğmedi. Ölümü de zindanda, işkenceler altında oldu… O mübarek şahsiyet, İslâm’ın o büyük çınarı, o âbide zat geride ilmini, irfanını, örnek hayatını, oğlu Hammad ile talebelerini bıraktı. Onlar da İmamları gibi hak yolda var güçleri ile çalıştılar. İmam-ı Azam’ın bilgisini, irfanını, fıkhını dünyaya yaydılar. Adına da “Hanefi Mezhebi” dendi. İmam-ı Azam, Ümmet-i Muhammed’e Allah’ın (cc) bir lütfü idi. Allah (cc), bu ümmete yeni İmam-ı Azamlar nasip etsin. (Âmîn) Rahmetullahi aleyh=Allah’ın rahmeti üzerine olsu

Scroll to Top