Ecelle Burun Buruna

Mîsak; Nisan 1995

25 Ocak 1995 tarihinde koşuşturmalı saatlerden sonra sabah 6:30 da İstanbul Atatürk hava alanında “Sun Express” uçağına bindim. Yolcular yerlerini aldılar. Hostesler el ve kol hareketleri ile ellerindeki kartonlarla emniyet tedbirlerini açıkladılar. Bir şey anlayamadım. Diğer yolcularında anladığını zannetmiyorum.

Uçağın motorları çalışmaya başladı. Sigaraları söndürünüz, kemerleri bağlayınız talimatları verildi. Talimata uyduk. Kemerleri bağladık. Uçak pistte hareket etmeye başladı. Motorların çalışması ve uçağın hareketi hızlandı. O hızla uçak havalandı, yükseldi, yükseldi yerle ilgilimiz görüş itibari ile kesildi. Şimdi çok yükseklerde idik. Kaptan konuştu: Kaptanın konuşmasını iyi anlayamadım. Anlayabildiğim, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Avusturya üzerinden İsviçre’ye geçecekmişiz. İki buçuk, üç saatlik bir yolculuktan sonra Zürih hava alanına inecekmişiz. Uçakta 150 yolcu varmış. Ramazan-ı Şerif ayında; Romanshorn Mevlana Cami cemaatinin daveti üzerine, İsviçre’ye gidiyorum. Bu maksatla uçakta bulunuyorum. Pencereden uçağın kanadı ve dışarıyı görüyorum. Dışarısı hiç de sakin görünmüyor, haydi hayırlısı…

Uçak bulutların üzerinde normal rotasında yer alırken hostesler yemek servisi yapmaya başladılar. Verilen ikramları midelerine indirdikten sonra yolcuların bir kısmı uyumaya başladı.
Uymayanlar ise ya yanındaki ile konuşuyor yahut da pencereden dışarıyı seyretmeye çalışıyorlardı. Tek tük kitap okuyanlarda vardı. Çocuklar uçakta kendilerini belli ediyorlar, koridorlarda gidip gelerek oyun ihtiyaçlarını gideriyorlardı.

Zaman ilerledi, saat ona yaklaşıyordu. Hostes hanımdan yeni bir talimat geldi. Zürih hava alanına yaklaşmışız. İniş için sigaraları söndürmemiz, kemerleri bağlamamız istendi. Talimata harfiyen uyduk. Uçak inişe geçti. Sis her tarafımızı kapladı, pencereden hiçbir şey görünmüyor, uğultu sesleri geliyordu. Bir şeyler uçağa çarpıyordu. Bir şeyler oluyordu. Ama neydi?

Uçak birden sallanmaya başladı. Arkamda bulunan çocuk ağlıyor, yanımda oturan Sivaslı ne olduğunu soruyordu. Uçak öyle sallanıyordu ki sağa devrilecekmiş gibi oluyor, canımız ağzımıza gelirken düzeliyor, bu seferde sola yatıyor, birden bire alçalıyor, tam düşüyoruz diye düşünürken zıplayıp yükseliyordu.

Çatırtı sesleri de gelmeye başlamıştı. Uçak mı parçalanıyor? Yoksa uçak bulut içerisinde buz varda onları mı kırıyor? Hostesler ortalıkta görünmüyorlar. Neredeler? Düşüyor muyuz yoksa? Herkes eceli boynunda hissetmeye başladı. Sivaslı terlemiş yüzünü silmeye çalışıyordu. Abdestli uçağa bindiğim aklıma geldi, sevindim. Okumaya devam ediyordum. Sisten mi buluttan mı, ne bela ise onun içerisinden çıktık. Yer göründü. Sevindik ağlama arka arkaya dalgalar halinde gelen rüzgâr mı, fırtına mı, kasırga mı? Neyse uçağı sardı. Uçağı eziyor mu yoksa çerçöp, gibi sağa sola fırlatıyor muydu?

Yer görünmüştü ama daha kötüsüne yakalanmıştık. Şimdi ecelle burun buruna idik. Dışarıya da bakamıyordum. Gözlerimi yumup okumaya devam ediyordum. Etrafımda ama sesleri yükseliyordu. Uçağın birdenbire yükseldiğini hissettim. Gözlerimi açtım, yer görünmüyordu. Uçak yükseldi, yükseldi hava sakinleşti.

Hostesler görünmeye başladı, zavallılar tehlike anında ne yaptılar? Ne kadar tehlikeli bir meslek seçmişler. Kaptan konuştu: Rüzgârın çok kuvvetli olması dolayısıyla inişi gerçekleştiremediğini söyledi. Havada kalıp rüzgârın dinmesini bekleyecekmişiz.
Yarım saate yakın havada bekledik. Havada beklemek zannederim etrafta dolaşmakla sağlanıyor. Kaptan pilot yine konuştu. Havanın düzelmediğini, inişe uygun hale gelmediğin Almanya Stuttgart’ şehrine iniş yapacağımızı bildirdi. Saat 2’de Stuttgart havaalanına indik. Herkes sevinçli idi. Allah’ım sana şükürler olsun. Şimdi yeryüzündeydik. İki saat uçağın içinde bekledik. Kaptan pilot her yirmi dakikada Zürih hava alanı, hava raporunu alıyormuş. Hava biraz düzelmiş, inebilirsin demişler.

Tekrar havalandık. Saat 13:20 de Zürih üzerine gelmişiz. Kemerlerinizi bağlayın, sigaraları söndürün dediler. Kemerlerimiz zaten bağlı idi. Dikkat kesildik. Tekrar okumaya başladım. Dakikalar geçtiği halde uçak hala inmiyordu. Saat 13:55 i bulmuştu. Uçak birden alçalmaya başladı. Yine çatırtı sesleri geliyordu. Acaba bu çatırtılar tehlikeli miydi? Bizi tekrar bir endişe aldı, ama bu sefer uçağın içinde derin bir sessizlik vardı. Herkes nefesini tutmuştu. Uçak inmiyor, adeta düşüyordu, bir o tarafa bir bu tarafa sallanıyordu.

Yer göründü, ama rüzgâr dalgaları da durmadan uçağa çarpıyordu. Bu sefer de inemeyecek miydi? Uçak sallanıyor, doğruluyor, ama yere yaklaşıyordu. Yine sallandı doğruldu galiba
tekerlekleri yere değdi. Sallana sallana gitti, durdu. İniş tamamlanmıştı. Herkeste bir sevinç vardı. Kimisi Yarabbi şükür diyor, kimisi sarılmış çocuğunu öpüyordu. Kimisi de pilotu alkışlıyordu.

Uçağın kapısı açıldı, inmeye başladık. Misafirlerini kapıda uğurlayan hosteslerin yorgunluğu ve geçirdikleri tehlikenin etkisi yüzlerinden okunuyordu. Uçaktan otobüse rüzgârdan zor yürüdük. Yerde rüzgârın hızı 110 km imiş. Bir kısım duran uçakları rüzgâr sürüklemiş, diğer uçaklara bindirmiş. Birçok ağaç kökünden sökülmüş. Ne büyük tehlike atlatmışız. Bir akşam yemeğinde gittiğim Mevlana Camii cemaatinden Recep Şirin Efendi, evinin önünde devrilmiş koca çam ağacını göstererek, hocam bu tarafa devrilseydi bizim ev gitmişti dedi.

Rüzgâr
Hava akımına rüzgâr diyorlar. Diğer bir tarifi de şöyledir: Rüzgâr havanın bir hareket ve akımıdır ki, havanın değişik şekilde ısınıp soğumasındaki değişmeler ile meydana gelir. Rüzgâr nasıl tarif edilirse edilsin, rüzgârda, rüzgârın sürükleyip götürdüğü bulutlarda Allah’ın varlığın delillerinden iki tabii hadisedir.(63)
Rüzgâr, kuzeyden güneye, doğudan batıya, bazen de tersine eser. Sıcağı soğuğa, soğuğu sıcağa çevirir. İkisi arasındaki dengeyi kurar. Allah, yağmur yağdıracağı, nimet ve bereket vereceği zaman önce rüzgâr ile durgun havaları oynatır. Sükûnu harekete çevirir. Hareket, berekete sebep, delil ve elçi olur. Rüzgâr, belli bir miktar ile uygun ve yumuşak estiği zaman bitkileri ve çiçekleri aşılar, yeni hayatların oluşuna sebep olur. Allah, rüzgârı rahmetinin önünde müjdeci gönderir.(64)

Rüzgâr yağmur yüklü bulutları sürükler, onları Rabbinin istediği yöne, istediği yere kadar. Gökle yer arasında yaratanın emrine boyun eğmiş bulutları bir yandan bir yana çevirir, alır götürür, bazen de bulutla bulutu çarpıştırır.

Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: götürür. Çünkü rüzgâr
da emir altındadır.(65)
“Onun âyetlerinden biri de şudur: Rüzgârı yağmurun müjdecisi olarak gönderdi ki, size rahmetinden biraz tattırsın, gemiler buyruğu ile yürüsün ve siz onun lütfunden arayasınız da verdiği nimetlere şükredesiniz.” (Rûm: 30/46)
“Allah rüzgârı gönderir, bulutu kaldırır, sonra onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder, arasından yağmurun çıktığını görürsün. Derken, kullarından dilediğine uğratınca hemen sevinirler.” (Rûm: 30/48)
“Rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik, gökten su indirdik böylece sizi suladık. Onu depolayan da siz değilsiniz.” (Hicr: 15/22)
“Allah’dır ki, gönderdiği rüzgârlar bir bulut kaldırır, derken biz onu ölü bir ülkeye süreriz onunla ölümünden sonra yeri diriltiriz. İşte (ölülerin) dirilmesi de böyledir.” (Fâtır: 35/9)

Rüzgâr, hayat için gereklidir. Rüzgârsız bir hayatı düşünmek mümkün değildir. Elmalılı merhum, Sahabeden Ka’b Hazretlerinin bir sözünü nakleder: “Allah rüzgârı üç gün hapsetse yeryüzünün çoğu kokardı.”(66)
Yeryüzünün çoğu kokardı diyor. Büyük sahabe elbette sözünde bir hikmet vardır. Rüzgârın faydası açık açık görülmüştür ki, rüzgâr olduğu günler, İstanbullular bu kış zehir teneffüs etmemişlerdir. Allah’ım rüzgârımızı kesme! Bize rahmet bereket müjdeleyici hayırlı rüzgârlarını gönder! Rüzgârı başımıza bela haline getirme!

Allah dilerse, rüzgârı bela haline getirir, onunla kullarını terbiye eder veya cezalandırır. Allah dilerse rahmet müjdecisi rüzgârı fırtınaya, kasırgaya çevirir, azap rüzgârı haline getirir.Kur’ân-ı Kerîm’de azap rüzgârlarına Asıf, Kasif, Akim ve Sarsar denir.(67)Bir Ad kavmi vardı. Güçlü kuvvetli insanlardı. “Bizden daha güçlü kim var?” diye övünürler ve büyüklenirlerdi.(68)

Allah’ın gönderdiği peygamberi Hûd (as)’ı kabul etmediler. İsyanda direndiler ve inat ettiler. İnatları azap istemeye kadar vardı. Azap istediler. Allah da onlara bir rüzgâr gönderdi. Allah, Ad Kavminin helâkını şöyle bildirdi: “Biz onların üstüne uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr gönderdik.” “O rüzgâr insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.” (Kamer: 54/19-20)
Rüzgâr yedi gece sekiz gün ardı ardınca esmiş Ad kavmi içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş ve helâk olmuştu.(69)Allah’ın
Ad kavmine gönderdiği rüzgâr: “Üzerinden geçtiği her şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu” (Zâriyât: 51/ 42)
Allah Ad kavmini helâk edişinin sebebini de şöyle açıklar: “Andolsun ki onlara da size verdiğimiz kudret ve servet vermiştik. Kendilerine, kulaklar gözler ve kalpler vermiştik.Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey kendilerini kuşatıverdi.”(Ahkâf Sûresi: Âyet 26)
Zürih semalarında karşılaştığımız rüzgârın hızı daha fazla olsaydı ne olurdu? Düşünülmesi bile korkunç şeyler meydana gelirdi. İlâhi kudret karşısında insana düşen şey isyan değil, Allah’a teslim olmak. Biz de Zürih semalarında bunu yaptık.

O’nun kelamını okuyarak, O’na sığındık. Ecelimiz gelmemiş, ecelimiz gelmiş olsaydı şimdi kabir ehli olacaktık: Yarabbi hayat da, ölüm de senin kudretinde. İmânla yaşat imânla ölenlerden eyle. (Amin)
Zürih havaalanı terminal binasında polisten geçtik. Gümrükte eşyamıza bakmadılar bile. Schaffhausenli kardeşlerimiz bizi karşılayacaklardı. Sağa sola baktım. Yoklardı. Uçağımız vaktinde inmediği için beklemişler ve dönmüşlerdi diye düşündüm. Düşündüğüm gibi olmuş. Şimdi ben Schaffhausen’e nasıl gidecektim? Üzerimde İsviçre Frankı’da yoktu. Uçakta aynı sırayı
paylaştığımız Avusturya’da çalışan kardeşimize durumu anlattım. Ondan borç istedim. Onun da karşılayanı yoktu.
Havaalanının altına tren istasyonuna indik. Ben ondan borç istedim, O bana karşılık beklemeden benimde tren biletimi aldı. Benim trenim daha önce geldi. Vedalaştım trene bindim. Winterthur şehrinde aktarma oldum. Yine yeni bindiğim trenle Schaffhausen’e geldim. Lokalin kapısı açıktı. Kimse yoktu. Girdim. Dört kış mevsimi kaldığım lokale bir göz attım. Berber masası ve aynası kalkmış yerine otomat kahve meşrubat makineleri konmuş. Bakkal dershane, dershane bakkal yapılmış.
Sıcak su ile abdest aldım mescide çıktım. Önce ikindi namazını, sonra kazaya kalmış öğle namazını kıldım. Aşağı indim. Telefon çaldı. Telefonun ahizesini aldım. Buyurun dedim.
Sesimi tanıdı. Hocam geldiniz mi dedi. Evet dedim. Dört beş dakika sonra aziz dost İshak Yat yanımda idi. Sarıldık. Evine gittik. Yemeğe oturduk. Evin büyük oğlu Huzeyfe ben görmeyeli bir hayli büyümüş delikanlı olmuş yemekte bize hizmet etti. Gözüm evin küçük oğlu Ali’yi aradı. Gözlerim dolu dolu oldu. Zürih semasında geçirdiğimiz tehlikeyi anlattım. Ecelimiz gelmemiş, şimdi yaşıyoruz dedim, izin esnasında geçirmiş olduğu trafik kazasında kaybettiği Ali’si için başsağlığı diledim. Rüzgâr ve bulut Allah’ın varlığının delillerindendir. Tabiat için, canlı,
cansız varlıklar için, insanoğlu için son derece gereklidir. Allah dilerse, rahmet vasıtası olan rüzgârı ve bulutu, felaket ve azap sebebi yapar. Zürih semalarında karşılaştığımız fırtına, yahut
kasırga azabına işaret olan küçük bir numuneydi. İnsan için gerekli olan bu numunelerden ders ve ibret alıp Allah’a bağlanması ve O’na kulluk yapmasıdır. Allah’ım bizi felaketlerle terbiye etme! Allah’ım bizi Sana istediğin gibi kulluk yapanlardan eyle
————————————–
(63) Bakınız, Kur’ân-ı Kerîm Bakara 164, Rûm 46, Câsiye 5
(64) Bakınız, Kur’ân-ı Kerîm A’râf 57, Furkân 48-49, Neml 63
(65) İmam Suyûtî, Dürrü’l-Mensûr I/339
(66) Bakınız, Kur’ân-ı Kerîm Enbiyâ 81, İbrahim 18, İsrâ 92, Şu’arâ
18, Rûm 48, Zâriyât 41, Fussilet 16, Kamer 19, Hâkka 6
(67) Hak Dini Kur’ân Dili 4/47, Zaman Gazetesi Baskısı
(68) Kur’ân-ı Kerîm Fussilet Sûresi: 15
(69) Kur’ân-ı Kerîm, Hâkka Sûresi: 6-8

Scroll to Top