Bir dergiyi gözden geçirirken gördüm. (Ekonomist Dergisi, Mayıs 1995) “Gençlik Anketinin Şok Sonuçları” başlığı ile kapak yapılan haber, bu söylediklerimden daha ürkütücüydü. Beş yüz üniversite öğrencisi üzerinde yapıldığı bildirilen ankette, gençlerin %75’inin adâlete güvenmediği neticesine varılıyor. Bu anketler de Ankara ve İstanbul’daki beş üniversitede yapılmış. Anket verileri, Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndekilerle aynı. Şu farkla ki, politikacılara güvenmeyenler bu ankette patlama gösteriyor: %98,6. Gençlerin %73’ünün, rüşvet vermeye hazır oldukları da veriler arasında. Rüşvet vermeye hazır olanların oranı bu olunca, almaya hazır olanları varın siz düşünün. Bu durum, ülkemizde idealist nesil yetiştirme şartlarının neredeyse yok edildiğini gösterir. Biz, hayatın henüz başında olan bu gençlerin, anketçilerin sorularına en faziletli cevapları vermelerini beklerdik. (Sh: 18)
Önce Kalite
Yeterli kalite ve vasıfta olmadıktan sonra, nüfusumuz milyarları bulsa ne anlamı olur? Kelle kalabalığının, eti ve kemiği taze ve gevrek olmanın ancak kasap dükkânlarında önemi vardır. Bu
sebeple ben, ikide bir şu gevrek lafları duydukça acı acı gülüyor ve üzülüyorum: “Genç bir nüfusa sahibiz! Parlak bir gelecek milletimizi bekliyor! 21. Asır, Türk asrı olacaktır!” Bu yalanlarla milleti oyalayanlara diyorum ki: “Külahlarınızı önünüze koyup bir kere daha düşünün. Zira yanlış hesap Bağdat’tan döner (Sh: 20)
Rüşvet Alır mısınız?
“Bir devlet memuru olsanız rüşvet alır mısınız?” Ankara İstanbul grubu üniversite gençliğinin %91’i bu soruya “Evet!” cevabını veriyor. “Kamu kuruluşlarında rüşvetsiz iş yapılmadığı fikrine katılır mısınız?” sorusuna “evet!” cevabını verenler %76’dır. “Yolsuzluk davalarında verilen kararlar, adâlet sistemine olan güveninizi sarstı mı?” sorusuna ise gençlerin %93 üne “evet!” demiş bulunuyor. “İmkan bulursanız yabancı bir ülkeye yerleşmek ister misiniz?” sorusuna da “evet!” cevabı verenler
%55.
Şimdi bu anketi gözünün önüne koyacağız hangi eğitimci, kendisi ile iftihar edebilir? Ülkedeki üniversite gençliğinin yarısından fazlası, Türkiye’de yaşamak istemiyorsa bizim yaptığımıza eğitim mi denir? Böyle bir ülke, bölünme sürecine istemese de sürüklenir. Siz bu yaptığınıza eğitim mi diyorsunuz? Her yüz kişiden 93’ü “Adâlete güvenim sarsıldı” diyorsa, mafyanın çekirge sürüsü gibi yayılmasının sebeplerini aramaya hacet var mıdır? (Sh: 22)
Akrabanız Haram Yiyorsa
Bir soru: “-Akrabamız haram yiyorsa gene de onun evine gidip oturacak, onunla konuşacak mıyız; yemeklerini yiyecek miyiz?” Ona şu cevabı verdim: “-Siz, onun ziyaretinde bulunmak borcu altındasınız. Haram yediğini biliyorsanız onu haramdan alıkoymaya çalışmak zorundasınız. Aynı şey benim için de borçtur. Ancak yanına gidip gelmek, girip çıkmak sizin için daha kolay olduğundan, öncelikle sizin borcunuzdur. Çünkü benden farklı olarak, sizin bir de akrabalık hukukunuz vardır. Onun gereğini yerine getirmelisiniz.” “-İyi ama benim akrabamın yediği içtiği haramdır.” “-Ben de onun için söylüyorum ya! Özellikle sizin, bu akrabanıza gitmeniz gerekir. Marufu emredip münkerden nehyetme farzını eda etmeniz için. Sonra siz onun hangi kazancı haram, hangisi helal diye bir araştırma mı yaptınız? Neyinin haram neyinin helal olduğunu nereden bileceksiniz?” “-İyi ama onun yediklerinin hepsi haramsa ne olacak?” Görüyorsunuz ki, sağırlar diyaloğuna doğru bir kayma ile karşı karşıyayız. Şunları söyleyerek münakaşaya noktayı
koyuverdim.
“-Canım kardeşim! Eğer sen haram yemek istemiyorsan, oraya giderken çok kıymetli yiyeceklerden oluşan hediye paketleriyle gidersin. Ev sahibine kendi yemeklerini unutturursun, olur biter. Yeter ki sen ziyaret niyetinde samimi ol. Bir eve giderken hazır kuzu kebabı ile gidilirse her halde ev sahibi, o sıcak kebabı bir kenara itip de sana pırasa ile lahana yedirecek değil. Hele
senin helal paracıklarınla aldığın o baklava ve börek paketlerini de açtın da, ortalığa koyuverdin mi bir, akan sular durur. Söyle bakalım! Hiç baklavalı, börekli, kebaplı bir hediye paketi ile akrabanı ziyaret etmeyi denedin mi?” “-Hayır hocam!” “-Hele bir dene. Akrabanın yemeklerini yemeği düşüneceğine senin yemeklerini akraban yedirmeği bir dene bakalım. Göreceksin ki o zaman, ortada hiçbir problem kalmayacaktır. Hem bu güzel ikramından sonra akraban, senin nasihatlarını daha da içten dinleyecek, sana derin bir saygı duyacaktır. Öbür yandan, belki de zaruret ve çaresizlikten dolayı haram yemek zorunda kalan akrabanın darlığını genişletecek, evine genişlik, bereket götürecek, çocuklarının güzel yemek hasretini gidermiş olacaksın. Yani sen böylece kat kat sevap kazanacaksın.” O kardeşim başka bir soru sormadan, arkadaşına dönüp bana doğru tekrar tekrar baka baka gitti. O, benden böyle bir cevap beklemiyordu. Kendisinden daha dindar olduğumu göstererek “Asla caiz değildir. Onun yemeğini yeme, evine de gitme!” deseydim, sanırım benden daha iyi hoca olmadığına karar verecekti. Böylesine derin bir hendeği, mü’minlerle kâfirler arasına bile hiç kimse ve hiçbir peygamber koymamıştır. Din bu değildir. İnsanları haram yiyenler, helal yiyenler diye tasnif edip aralarına aşılmaz uçurumlar koyarak her şeyi çıkmaza sokmak, din değildir. Din şudur: “Allah’a ibâdet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen, böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisâ Sûresi: 4/36) Bir, Allah’ın dinindeki yumuşaklığa bakın, bir de aklı sıra dindar olan kişinin dinindeki huşunete ve katılığa bakın. Bu kişinin akrabalık kavramının ayakta kalması mümkün değildir. Sıla-ı rahim mümkün değildir. Akrabayı uyarmak ve onları irşat etmek de
mümkün değildir. (Sh: 87)
Bir Erkek Bir Dişi
Allah buyurur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlereve kabilelere ayırdık. Muhakkak Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurât Sûresi: 49/13)
Bu âyette, değişik kavimlere ayrılmamızın hikmetlerinden biri açıklanıyor. O da tanışıp kaynaşmamızı sağlamakmış. Yukarıda bahsettiğim dil, örf, iklim, kültür vb. şartların bizi kaynaştırması, öğreniyoruz ki bir ilâhî plan ve program gereği imiş. Yoksa herkesin kendi kavim ve kabilesinin üstün olduğunu iddia ederek, Allah’ın öteki kullarına karşı üstünlük taslaması için değil. Öteki ırklara zulüm yapması, onların haklarını gaspetmesi ve kanlarını dökmek üzere yardımlaşmak için değil. İnsanlık bütün bu cürümleri işlemiş, buna da ırkçılık ve milliyetçilik diye nefse hoş gelen bir kulp takmıştır. Yeryüzünde bozgunculuk ve terör, biraz da bu yanlışlıktan kaynaklanmaktır. Terör ve zulüm hiçbir şart altında mazur görülemez. (Sh: 93)
İnsan Hür Olarak Yaratılmıştır
Kulluk âleminde hiçbir varlık insana hükmedemez. Onu emri altına sokamaz. İnsan iradesinde hür olarak yaratılmış tek varlıktır. İnsan hürriyetinin dayandığı temel işte budur. Kâinat’ınulu sahibinin, iradesinde hür bıraktığı insanı hiçbir insan gücünün kontrol edebilmesi mümkün değildir. İnsanın hürriyeti asıldır. Doğuştan var olan bu hakkı kim ihlal ederse o zalimdir. Bu geçici ve arizî bir durum olur. Kim bu ihlale teşebbüs ederse abesle uğraşmış olur; tevhid çizgisinin dışına düşer. Öte
yandan böyle bir teşebbüste var olan şirki de görmek gerekir. Bir hükmü yalnız onu koyan iradenin değiştirebileceğini her insan bilir. Yahut da ona ortak olan birinin değiştirebileceğini. Öyleyse Allah (cc)’ın hükmünü değiştirme iddiasını yürüten kimse ya tanrılık iddiasında, ya da O’na ortaklık iddiasındadır.
Bundan dolayıdır ki insan hürriyeti tevhid’in bölünmez bir parçasıdır. İmânın ve İslâm’ın temel prensiplerinden biridir. İnsanın hür olması, halife olmasının gereğidir. Hürriyeti gelişi güzel sınırlanan kişilikten halife olamaz. İnsan hürriyetine müdahale, onun halifelik şerefine en büyük saygısızlıktır. Bu yetki kimseye verilmemiştir. İşte yaratılıştan var olan bu dokunulmazlık ve kudretinden dolayıdır ki, yer yüzünde düzeni kollama ve koruma görevi insana verilmiştir.
“O (Allah), yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (Bakara Sûresi: 2/29)
“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan O (Allah)’dır.” (Fâtır Sûresi: 35/39)
“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden üstün kılan O’dur.” (En’am Sûresi: 6/165) (Sh: 108)
Kâinâtın İnşaatı
Güneş, ay ve yıldızlar birbiri ile münasebet halindedirler. Her biri değişik ünitelerini oluşturdukları o muazzam kâinât inşaatını meydana getirirler. Bu inşaatın temelleri sömenleri, kiriş ve kolonları yoktur. Siz o muhteşem semâ binasını ayakta tutan
dengeye ister cazibe deyin, ister manyetik alan. Ne derseniz deyin. Artık o bir emir ve itâat ikileminin oluşturduğu hayattır. O hesaba, dengeye dayanır. En büyük mimar olan Allah(cc)’ın, emir-itâat ikilemi temeline dayanır.
Bu dayanış, insan hayatında itâat olarak tecelli eder. Tabir caizse bu sonsuz inşaatın çimentosu itaattir. O devam ettikçe hayat devam eder., düzen devam eder. Huzur ve sükûn devam eder. Bu, toplu bir ibâdettir. Düşünebilecek en büyük cemaat ibadetidir. Kimin itaatte, kimin isyanda olduğu bir kargaşa düzeni değildir. Bu çarkın dışına çıkan, batıl dairesine çıkmış olur. İsterse bu bir insan olsun. İtâat duygusu çürüyüp gevşediği zaman, sırçadan yapılı bir biblo gibi her şey darmadağın olur, gider. İnsan toplumunda bu çürüme, toplu itâatten geçen iradenin oluşması ile başlar. O iradenin çevreden anlayış görmesi ile çürüme geniş alanlara yayılır. Buna karşı Kur’ân “Marufu emretmek, münkerden nehyetmek” diye bir tedbir getirmiş, bundan yüz çevirenleri
de şiddetle tehdit etmiştir: “İsrailoğulları’ndan kâfir olanlar, Davut ve Meryemoğlu İsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!. Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazaplandı ve onlar azapta ebedi kalacaklardır.” (Mâide Sûresi: 5/78-80) (Sh: 110)
Bedenimizdeki Organların Yeri
Bedenimizi oluşturan 80-90 trilyon hücrenin her biri, tam tamamına olması gereken yerde konumlanmış bulunuyor. Seksen trilyon tane ihtimalden, tam işe yaracağı yeri vatan tutmuş. Tam orda değil de bedenin başka bir yerinde yer almaya kalksa, uzuvların hiç biri işe yaramayacaktır. Bu ne müthiş bir yerleştirme düzenidir ki, her bir hücre seksen trilyon tane noktanın içinden yanılmadan, şaşırmadan nöbet yerini seçebiliyor. Seksen trilyon ihtimalden en doğru olanı seçiyor. Kendi iradeleriyle bunu yapsalar, aralarında çekişmeye düşmemeleri, takdir edilecektir ki imkân dışıdır. Organlarımız da öyle değil mi? Gözlerimiz topuklarımıza yerleşmemiş. Kafalarımız
dirsek veya dizlerimizde, ağız ve burunlarımız da ense kökümüzde veya bel nahiyemizde değil. Bunların her birini yerli yerinde koyan iradeyi tanımamak mümkün mü? Bunları tesadüfe bağlamak, yahut tabiata mal etmek akıl işi değildir. Çünkü
trilyonlarca konumlanma her seferinde de aynı yerlere tesadüf edemez. Bunun aksini iddia etmek tam bir deliliktir. (Sh: 114) Ashab-ı Kiram’ın Çalışması Arap Yarımadası’nda, Peygamber (sav)’in sağlığında deve ve atın gidebildiği bir karış yer kalmamıştır ki, İslâm orada ulaşmış, sesini duyurmuş, hatta sancağını dikmemiş olmasın. Hulefa-i Raşidin dönemi dediğimiz dört halife döneminde de öyle. Develer, atlar hiç durup dinlenmemiş, insanlar hiç yorup eyleşmemişler, kızgın çöllerde buharlaşıp kaybolan sular gibi, her biri hizmet ve tebliğ uğrunda bir yerde şehit olup göçmüşlerdir. Bu fedakarlıklar iledir ki, risalet sancağı hiç yere düşmemiş, bir yerde de asılıp kalmamıştır. (Sh: 121)
Tâğut
Tâğut, hakkı tanımayıp isyan eden, azgınlık gösteren her kişi veya güce verilen addır. Kur’ân’da şeytana “Tâğut” denmesinin sebebi de budur. Tâğut veya tâğutlar, prensip olarak peygamberlerin getirdiği vahye dayanan sistemleri reddetmekle kalmaz, halkı da ondan saptırmaya çalışırlar. Fir’avun, Nemrut, Karun, Ebû Cehil ve onların yolunu bugün devam ettiren, hak karşıtı, batıl önderi bütün müstekbirler birer tâğutturlar.
Kur’ân, tâğutu bize şöyle bildirir: “Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan kurtarıp aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin ise dostları tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar ateş ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara Sûresi: 2/257)
Tâğutun tek bir varlık olmadığı, bir çok tâğutların insanları saptırmayı üstlendikleri, “çıkarıyorlar” fiilinin çoğul olmasından anlaşılıyor. Nitekim Nisâ Sûresindeki bir âyet bize şunları anlatıyor: “Allah tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetleri ardınca gidenler, sizin büyük bir sapma ile sapmanızı isterler.” (Nisâ Sûresi: 4/27)
Yine Nisâ Sûresi Tâğutu şöyle anlatır: “İmân edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli düzeni pek zayıftır.” (Nisâ Sûresi: 4(76)(Sh: 122)
Neronların Çıkardığı Yangın
Gençlerin ve aydınların, din ve imân adına kim ne söylese hemen inanacak kadar cahil bırakılması, sonra da bu vesile yapılarak, dinin aslının kötülenmesi ne kadar alçak bir oyundur. Dinin ne olduğunu bilmeyenlerin, karanlıklar içinde bırakılmaktan dolayı uydurdukları vehimler din olabilir mi? Eğitimi dinden soyutlayarak, önce yangını çıkarıyorlar. Sonra da “Müslümanlar evimizi yakıyooor!” diye bağırıyorlar. Delil de
ortada: Neronların çıkardığı yangın. (Sh: 127)
Hayat Bir Yarıştır
Erken kalkmadan, önden gitmeden olmaz. Önce davranmadan, hızlı düşünmeden, çözümlere herkesten önce ulaşmadan hedefler gerçekleşmez. Doğru da olsa hizmetler olgunlaşmadan beklenen meyveler alınmaz. Miskin ve atıl bir adama veya
cemaate, Müslümandır diye hiç kimse öncülüğü, önderliği vermez. Hayat bir yarıştır. Koşarak ve başkalarını geçerek kazanılır. Erken kalkan menzile erken varır. Haramlar dan, mekruhlardan korunalım diye dünyayı ve kâr için çalışıp kazanmayı kötülemek, dine de, dindarlığa da bühtandır. Yaşamak için asıl olan çalışmak ve kazanmaktır. Bağımsız ve hür bir hayat ancak böyle gerçekleşir. İnsanoğlu yakışan da budur. Ekonomik şartları, en az zaruri ihtiyaçlarımızı karşılayacağımız bir seviyede tutmak, mümkünse başkalarına faydalı olma imkânlarını aramak, insan olmanın da Müslüman olmanın da gereğidir. (Sh: 177)
Müslüman Önder Olmalıdır
Müslüman teşebbüs etmeli, önden gitmeli, şartları hazırlayıp sunmalı, diğerleri de o şartlara uymalıdır. Müslüman kendi fabrikasını, köyünü, şirketini, okulunu, çiftliğini kurmalı, bu kuruluşlara üye olmak yabancıların işi olmalıdır. Kuruluşlarımızda
çağın bütün tekniklerini, o güzeller güzeli inançlarımızla buluşturmalı, bizimkinden daha güzelinin olmayacağını mutlaka göstermeliyiz. Yaşadığınız çağın bütün insanlarına model olmalıyız. Bu, ihsan makamının gerektirdiği bir tavırdır. Bu tavrı Müslümanlar sergileyemiyor da, başkalarında görüyor ve imrenip duruyorsa, ortada İslâm adına yaşanan bir din var demektir.
Teşebbüs gücünü tekrar ele almamız, kendi köyümüzü, kasabamızı, şehrimizi ve de yarın kendi ülkemizi yeniden kurmayı bize getirecektir. İnsanların bize teslim olmasını getirecektir. Köprülerimizi, fabrika, hastane… vs. gibi çeşitli bayındırlık hizmetlerini, harp araç ve gereçleri ile makinelerimizi başkalarına ihale etmememizi getirecektir. Kendimize güven duymamızı getirecektir. Başkalarının da bize güven duymalarını. Yıkıp devirmeden, bize ait temel değerleri red ve inkâr etmeden her şeyi kendi mimarimiz ve zevklerimizle harmanlayarak yeniden kurmak. Bu bizi, başkalarının kurdukları mekanlarda onların dayattıkları-baştan sona yanlış olduğunu bildiğimiz şartlara boyun eğerek, zillet içinde yaşamaktan kurtaracak, dik durmamızı sağlayacaktır. Kızı plajda, oğlu diskotekte olan hoca ve hacı Efendi olmayı yenmenin ve geride bırakmanın zamanı gelmiştir. Hakkın yönetiminde, dünya ve insanlar daha huzurlu olmaz mı? Müslüman ve İslâm yeryüzünde yalnız bunun için vardır. (Sh: 185)
Teşebbüsleri Biz Yapalım
Gelin! Teşebbüsleri biz yapalım, başkaları üye olsunlar. Şartları biz koyalım, onlar uysunlar. Bize yakışan ancak budur. Tembellik, cahillik ve miskinlikten doğan –kime olursa olsun teslimiyetçilik bize hiç yakışmıyor. Çünkü bizim değerlerimiz her yönü ile daha üstün, doğru ve güzeldir. Öyleyse biz daha üstünüz ve daha iyisini yaparız. Bu böyledir. Başkalarının kurduğu mekanlar, koyduğu şartlar bizi, çocuklarımızı ve cemaatimizi eritir, öğütür, bitirir. Un-ufak eder. Gelin! Şartları mutlaka biz koyalım, onlar uysunlar. Yoksa biter, tükeniriz. (Sh: 188)