Gençlerimiz Ne Düşünüyor?



NKARA-Yenimahalle kız lisesinde bir ara din derslerine öğretmen olarak bulundum.
Öğrencilere; peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem’in hadisi olduğu zannedilen (aslında Arap şair Merarri’nin bir mısrasıdır) “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş
gibi de âhirete çalışınız”
sözünden ne anladıklarını sordum.
Verdikleri cevapların bir kısmını “Hakses” dergisinde yayınladım. Yayınlanan cevaplar şöyledir: Ortada, her gün gözlerimizle gördüğümüz bir gerçek var: İnsanlar doğuyor. Büyüyor. Belirli süre yaşadıktan sonra da ölüyor. Böylece bütün insanlar ölecek. Bir gün gelecek ki, bu gördüklerimizden hiçbir şey kalmayacak. Yepyeni bir hayat başlayacak. İşte bu hayata bizler
“Âhiret âlemi” diyoruz. Peygamberimiz bizden kendi kabiliyetimize uygun bir iş tutmamızı, o işte doğrulukla çalışıp, sebat etmemizi istiyor.
Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmayı, yarın ölecekmiş gibi ibâdet etmeyi peygamberimiz bize Hak (Tanrı) emri olduğunu bildirmiştir. Herkes, bütün işlerinde peygamberimizin getirdiği İslâm dininin ilkelerini benimsemiş olsa, kimse kimsenin ekmeğine göz dikmese, kendi emeği ve bilgisi karşılığı elde edebildiğine şükür kılsa, yüz yıllardan beri insanlığın hasretini çekmekte olduğu anlayış ve birlik ruhu çoktan canlanırdı. Fakat ne yazık ki, kazanç ve menfaat hırsı birçoklarını hak ve adâlet duygularından uzaklaştırıp, kötü yollara sürüklüyor. Düşünen, düşündüğünü yapan, yaptığını bilen, seven, sevilen bu insanoğlunu kötü yollara gitmeden alıkoyan âhiret inancı ve düşüncesidir. Bunun için daima Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi de âhirete çalışmamız lazımdır.
(Nesrin ÇETİNDAMAR)
Dünyada yaşadığımız müddetçe ailemizin maişetini temin etmeğe, devlete vergi vermeğe mecburuz. Bunun için de geceyi gündüze katarak çalışmamız gerekir. Bu şekilde çok para kazanarak, daha doğrusu yarınımızı da korumaya mecburuz. Bu yüzden sanki hiç ölmeyecekmiş gibi, kazanç ve hayır peşinde koşmamız lazımdır.
Diğer taraftan da yarın ölecekmişiz gibi, âhiret hayatına hazırlanmamız lüzumludur. Çünkü ölüm insanlara gâyet yakındır. Bir kaza da veyahut bir hastalıktan derhal ölmemiz mümkündür. Âhiret işlerimizi sonraya bırakırsak ölüm karşısında bocalarız. Neticede de Allah’ın cezasına çarpılırız. Peygamberimizin yukarıdaki sözü, bize şunu emrediyor: Âhiret işimizle dünya
işimizi yarına bırakmamalıyız. (Hüseyin BAYER)

“Yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi de dünyaya çalış” sözünden anladığımı aklım erdiği kadar yazacağım Hz. Muhammed, bu sözle bizlere şunu anlatmak istemiştir: Bazı insanlar vardır ki; nasıl olsa bir gün gelecek öleceğiz derler. Hiçbir iş de tutmazlar. Dünya işleriyle de uğraşmazlar. Günlerini sadece Allah’a ibâdet etmekle geçirirler. Biz bunlara
sofu deriz. Kendilerine sorarsanız: Biz âhiret için çalışıyoruz, derler. Herkes bir gün gelip ölecektir. Onun için de, öldükten sonra cennette bir yer almak için Allah’a ibâdette bulunmaktadırlar. Fakat sofu dediğimiz insanlar kadar aşırı olmayıp, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi geleceğimizi düşünmeliyiz. Çalışıp iyi işler görmeliyiz. Ancak bu işleri görürken ibâdetlerimizi de ihmal etmemeliyiz. Bunun için yerinde ibâdet etmeliyiz. Fakat çalışmayı da asla ihmal etmemeliyiz. (Tülay ŞENDOĞAN)

Hiç ölmeyecek gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de ahrete çalışmayı bize tavsiye eden Peygamberimiz, bize Tanrı ve halk ile olan münasebetlerimizi bir arada yürütmenin yollarını ne
kadar iyi öğretmiştir. Yaptığımız her işin başkalarıyla ilgisini bir an bile gözden uzak tutmamak gerekir. Hiç kimseyi zarara sokmadan, hiç kimsenin rızkına engel olmadan, başkalarının sırtından geçinmeden kendi emeğimizi değerlendirmemiz mümkündür. İşte böyle çalışmaya “meşru çalışma” denir. Bu çeşit çalışmanın sağladığı kazanca da “helal kazanç” denir.
Herkes iş hayatında, dinimizin kabul ettiği ilkleri benimsemiş
olsa, kimse kimsenin ekmeğine göz dikmese, her insanın arzuladığı bir hayat çoktan başlardı. Fakat ne yazık ki, kazanç ve menfaat hırsı, birçoklarını hak ve adâlet duygularından uzaklaştırıp, kötü yollara sürüklüyor. Bu manevi felaketten kurtulabilmek için, duygu ve düşüncelerimizi eğitmekten, Allah’ın ve Peygamberimizin buyruklarına uyarak hareket etmenin zamanı çoktan gelmiştir. Tek çare bunlara inanıp, bu yolda hareket etmededir. Dinimizin esaslarından biri de, insanlarla iyi münasebetler kurmak ve bu suretle çalışmaktır. Müslümanlık, dünya işleriyle çok yakından ilgili bir dindir. Toplum içinde hiçbir konu yoktur ki, dinimiz ona karşı ilgisiz kalmış olsun. Peygamberimiz “dinde ruhbanlık yoktur” diyerek Müslümanları bir köşede, dünyadan elini eteğini çekerek yalnız ibâdetle uğraşmaktan men etmiştir. Bizlerden kendi kabiliyetimize göre
bir iş tutmamız, o işte doğrulukla çalışmamız ve sebat etmemiş isteniyor. Bu dünyada yaşamamız için çalışmamız nasıl şart ise, ahirette de rahat edebilmemiz için bize buyrulan Allah’ın emirlerini yerine getirmemiz öylece şarttır. (Turgut GÜNGÖR)

Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışmalıdır. Yani: Yaşamak için türlü şeylere ihtiyacımız vardır. Yiyecek, içecek, yatacak tedariği vesaire… Bu ihtiyaçları gidermekte çalışmakla olur.”Çalışmayana ekmek yok” derler. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışırsak rahat bolluk içinde yaşar ve zengin oluruz. Paramız çoğalır. Fakat bütün zenginliğimizin yanında yarını da düşünmek gerekir. Onun için yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışmalıyız. Fakirlere yardım etmeli, hastalara yol göstermeli, kimsesizleri korumalı, oruç tutmalı, namaz kılmalı, zekât vermelidir. Müslümanlık en güzel dindir.
Çok şükür biz de Müslümanız. Dinimizin gerektirdiği şartları yerine getirmeye küçüklükten alışmalıyız. Bir kimseye fenalık yapmaktan korkmalıyız. Büyüklerimize, ana ve babamıza karşı
gelmemeli. Sert muamele etmemelidir. Böylece ahrete hazırlanmaya çalışmalıyız. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmayı, yarın ölecekmiş gibi ibâdet etmeyi söyleyen Peygamberimiz, bize
Hak (Allah) ve halk ile münasebetlerimizi bir arada yürütmenin yollarını ne güzel öğretmiş oluyor. (Günfer ÖNAL)

İnsan ölecekmiş gibi dünyaya çalışmalı. Şöyle ki: Eğer insan yarın öleceğini düşünse idi, insanlar halen taş devrinde yaşıyor olurlardı. İnsanlar hiçbir zaman dünyalarına çalışmasalardı, medeniyet ile ilerleme diye bir şey olmazdı. Hiçbir zaman da dünya bugünkü seviyesine gelmezdi. Yarın ölecekmiş gibi ahrete çalışınız. Şöyle ki: Eğer biz insanlar öleceğimizi düşünmemiş olsak, hiç kimsenin hakkını kimseye vermeyip bencillikle
hareket ederdik. Ama dünyada yaptığımız bütün iyilik ve kötülüklerin hesabını ahirette vereceğimizi düşündüğümüz için kötülük yapmayıp, sevap olan şeyleri yapmaya gayret edip, yarın öleceğimizi ve ahretimizi unutamayız. (Gülseren ÖZALP)

Kalkınma ve Din Görevlileri

Hakses, Şubat 1967

“I Kİ günü eşit olan aldanmıştır.”
Cemiyetimizde bazı kişiler var. Uzun unvanlı, şöhret ve mev sahibi, âleme nizam verici tavırlı
Bunlara sorarsanız; kalkınma ve din görevlilerini kelime olarak bir araya getirmek bile suçtur. Bunlar, dini vicdan, din görevlilerini de cami duvarları arasına hapsedip sosyal hayattan tecrit etmek isterler…
Her fırsatta dine ve din görevlilerine hücum etmeyi gaye edinen, marifet sayan bu insanların yanlış düşünceleri bir yana, “kalkınma ile din görevlilerinin alâkaları nedir? Kalkınmaya
katılmaları ne olmalıdır? “tespiti için kalkınma kavramından ne anlamak geldiği üzerinde durmak gerekir. Kalkınma acabayalnız barajların, fabrikaların, meskenlerin yapımı, maarif ve
sağlık sahasında okul ve hastane binalarının inşası, çeşitli alanlarda çeşitli tesislerin meydana getirilmesi midir?
Mesela bir köye bir okul binası yapmakla, köyde maarifin gayeleri tahakkuk ediyor mu? Tâ’hâkkuk ediyorsa, bugün okulu olan ve olmayan köylerin çoğunda okumuşlarla okumamışlar
arasında içtimaî davranış ve karakter bakımımdan neden fark yoktur. Bir fabrikada çalışan işçilerin yüksek ücret almaları, onların huzur ve saadetine yeterli midir?
Kısaca maddî bakımdan mamur bir memleket gerçekten kalkınmış mıdır?
Sayılarını daha da artırmak mümkün olan bu gibi soruların cevabını verebilmek için, kalkınmayı yapacak insan unsuru üzerinde durmak icap eder. İlim ve teknik ne kadar ilerlese ilerlesin her sahada, her faaliyette temel unsur insandır. İnsan düşüncesi, insan emeği olmadan hiçbir faaliyet olamaz. İnsandantam faydalanmak, insan fikrini ve gücünü israf etmemek kalkınmada bir esas olduğu gibi, insanın maddî ve manevî huzur duyması için de bazı vasıflara sahip olması lazım gelir.
Bu vasıflar olmadığı takdirde insanın verimi, bütün aksamı yerli yerinde olmayan, paslanan, bozulan bir makinenin verimi gibidir. Bu vasıfları olmadığı takdirde ekin tarlaları seylaptan
ne kadar faydalanırsa, insan da kalkınmadan o kadar faydalanır. Fertleri bu vasıflardan mahrum olan cemiyetlerde hiçbir zaman gerçek kalkınma tahakkuk edemez.
Komünist Rusya’da fabrika bacaları yükselmekte, fezaya insan gönderilmekte; ama insanlar esir, insanlar manevî değerlerden yoksun, gayesiz ve huzursuzdur. Mesut değildir. Fırsatını bulan
ilk imkânda komünist âlemden kaçmaktadır. Yalnız kalkınmak ve kalkınmadan gerektiği kadar faydalanmak için değil, insanın insanlığını muhafaza için de şart olan bu vasıflar(inanç karakter ve ahlâkî esaslar demek daha doğru olur) bizce şunlardır:
Tam ve sağlam inanç, mazbut ahlâk, hakka, adâlete bağlılık, sağlam esaslara müstenid aile nizamı, ehliyet, liyakat ve ilme sevgi, saygı, birlik, yardımlaşma ve çalışmaktır. rüşvet, iltimas,
israf, kötü fiillerden uzak durmaktır. Fertlerinde belirtmiş olduğumuz bu vasıflar mevcut olmayan cemiyetlerin değil kalkınması, hayatiyeti muhafaza etmesi bile zordur.

Gerçekten kalkınmak ve hayatiyetini devam ettirmek isteyen her cemiyette her şeyden önce insanın yetişmesi ve insanî vasıflara sahip olarak terbiye edilmesi lazımdır. Fertleri bu olgunluğa kavuşturmadan kalkınmaya kalkmak, çürük temel üzerine bina yapmak gibidir.
İnsan, istenildiği zaman bu terbiye ve olgunluğa kavuşabilir mi? Mesela insan acıktığı zaman yemek yer, saçları uzadığı zaman tıraş olur. Canı isterse mehtaplı gecelerde mehtabı seyreder. Bunlar zaman zaman insanın ya zaruretten ya zevkten yaptığı fiil ve hareketlerdir. Bunları yapmak bile bir tecrübenin ve görgünün eseridir. İnançlı, mazbut karakterli, inanç ve karakterine göre hareket eden insan ancak sürekli olarak yapılan telkin ve terbiye neticesi yetişebilir. Terbiye edilir ve nihayet böyle kimselere iyi örnek olunabilinirse cemiyete faydalı bir fert yetişmiş olur.

Terbiyenin menşeine gelince; terbiyenin menşei dindir. Dine aykırı bir terbiye hiçbir zaman insanî vasıflara sahip, cemiyete faydalı fertler yetiştiremez ve yetiştirememiştir. Çünkü din, insanı her türlü başıboşluktan, faydasız ve zararlı hareketlerden muhafaza eden ilâhî bir nizam ve değişmez bir kanundur. İnsanın ruhî, kalbî, fikrî faaliyetlerinde âmir, hakka bağlılıkta, iyiyi, güzeli yapmada öncü, insanî vasıflara sahip olarak yetişmede temeldir.
Eğitimciler, pedagoglar ne derlerse desinler bu temelden mahrum terbiye insanoğlunu arzu edilen olgunluğa kavuşturamaz. Merhum Mehmet Akif ne güzel söylemiştir: “Ne irfandır veren
ahlâka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” Mayası Müslümanlıkla yoğrulmuş bir cemiyette manevi temellere istinat etmeyen terbiyenin nerede insanı ahlâklı, faziletli, milletine faydalı bir eleman haline getirdiği tecrübe ile görülmüştür.

Büyük Osmanlı devletinin çöküntü ve yıkımı zamanlarında şeklen dini terbiye vardı. Aslında cemiyet aydın dediğimiz tabaka yönünden tefessüh etmiş, cemiyete hâkim olanların çoğu
yabancı ideolojilerin ya ajanı yahutta mümessili idiler. Mesela millet bütün mahrumiyetlere, çilelere rağmen cephelerde cansiperane harp ederken, şehit olurken, millete hâkim olanlar
“Mason locasında mı kalsam, Bektaşi mi olsam”? münakaşaları yapıyorlardı. Dinî ve millî ruhun, milet ve vatanın istikbali üzerinde ikbal kumarları oynuyorlardı. Yıkıldılar. Ama şanlı
devletimizin yıkımına, Müslüman yurtların kaybına ve milyonlarca aile yuvalarının yok olmasına, perişan olmasına sebep oldular. Daha sonra mini mini çocuklara koro halinde söylettirilen “On
yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan” marşlarına rağmen kalkınamadık. Geri kalmışlıktan kurtulamadık. Mazisi iki asra yaklaşan “İlerlemeye din adamları mani oluyor” iddiasını
ortadan kaldırmak için, dini hizmet görenleri içtimaî hayattan uzaklaştırıp, onları mihrap, minber, kürsü üçgenine inhisar ettirmemize rağmen yine ileri gidemedik.
Zaman zaman yazılanları okuyoruz, söyleyenleri dinliyoruz. Köyün kalkınması için; İmam Öğretmen-Muhtar işbirliği, memleketin kalkınması için İdaresi-Münevver- Din adamı
işbirliği isteniyor. Faal, çalışkan din görevlilerinin kalkınmak için yaptıkları faaliyetler örnek olarak gösteriliyor. Din görevlileri olarak biz bu sözler ve hareketler karşısında seviniyoruz, Allah’a şükrediyoruz. Çünkü yıllarca nakarat halinde tekrar edilen bir iddia, bir iftira din adamlarının ilerlemeye mani olduğu teranesi bilfiil yalanlanmış oluyor.
Şimdi yazımızın başlığına ve kalkınma ile din görevlileri arasındaki Alâkanın derecesine dönebiliriz. Maddî imkânlar ne kadar fazla olursa olsun bu imkânları kullanacak insanların,
insan olarak yetişmesinde, onları yerli yerinde zamanında azami derecede faydalı olarak kullanmasında ve bu konuda yeterli bilgileri öğrenmede ve böylece yurttaşlarımızın ülkemiz için
faydalı fertler haline gelmesinde din terbiyesi şarttır.
Din görevlilerinin her sahadaki fertleri yetiştirici olarak öncülük yapması lazımdır. Hakikat budur. Yalnız kalkınma konusundaki sözlerin söz halinde kalmayıp fiiliyata intikal etmesi
ve din görevlilerine kalkınmada faal vazife verilmesi bizim tabii isteğimizdir. Yurt kalkınması, bu şuur ile ele alındığı takdirde ki vatanımız kalkınacaktır, kurtulacaktır. Aksi varit olduğu
takdirde, kalkınma hevesi de, kurtulma heyecanı da bir serap
olmaktan öte geçemeyecektir.

Milliyetçiler Kurultayı Münasebetiyle
Hakses, Mart 1967
“ALLAH’IN gösterdiği hidâyet yoluna koyulmaksızın kendi hevasına uyan kimseden daha sapığı kimdir? Şüphesiz ki Allah, zalim kavme hidâyet etmez. (Kur’ân-ı Kerîm, Kasas: 28/50 )
Gençlik arasında fikri anarşinin fiilî hale geldiği günlerde, Millî Türk Talebe Birliği’nin teşebbüsü ile toplanan “Milliyetçiler Kurultayı”, sağduyu sahipleri tarafından müspet olarak karşılanmıştır. Gençliğin hal ve hareketlerine sokak nümayişlerine bakarak kötümser olanlara ümit vermiştir. 10 Şubat 1967 tarihinde memleketin her tarafından gelen milliyetçi teşekkül temsilcilerinin, ilim ve fikir adamlarının iştirakiyle toplanan kurultayda çeşitli memleket meseleleri ele alınmış ve bu meseleler hakkında çeşitli görüşler belirtilmiştir.
Kurultay, ikinci kurultayın hazırlığını yapmak üzere bir komite seçtikten sonra çalışmalarını tamamlamıştır. Kurultayda belirtilen fikirler bir bildiri halinde halk efkârına duyurulmuştur.
Memleket severler tarafından müspet olarak karşılanan kurultayda bazı nâhoş fikirler de ileri sürülmüştür. Kurultay zabıtlarına henüz vakıf değiliz. Eğer gazetelerin verdiği haberler doğru ise, bu fikirler kurultay çalışmalarına gölge düşürecek niteliktedir. Biz gazete haberlerinin doğru olmamasını temenni ederek, aynı fikir birçok kişiler tarafından söylendiği için, konu üzerinde durmak istiyoruz. Gazetelerin verdikleri habere göre bir hatip: “Milletimiz dindardır, fakat ümmetçi değildir.” demiştir. Ümmetçi ne demektir? Ümmet, dinden ayrı, dine zıt bir şey
midir ki; dindar olanlar ümmet olmayı reddediyorlar? Bir anababa henüz yeni konuşmaya, yeni yürümeye başlayan çocuğuna:
-Çocuğum, kimin kulusun, kimin ümmetisin? der.. Cevabı yine kendileri verir:
-Allah’ın kuluyum, peygamberin ümmetiyim. Soruyu, cevabı tekrar etmek suretiyle yavrusunun dimağına kimin kulu, kimin ümmeti olduğu inancını yerleştirir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “Ümmet” kelimesi 60’tan fazla âyette geçmektedir Din manasına, millet manasınadır. Bir peygamberin tebliğ etmiş olduğu dinin bütün hükümlerini kabul eden
insanların toplamına da ümmet denir. Biz ümmet kelimesini bu manada kullanırız. Her peygamberin bir ümmeti vardır.. Müslümanlığı kabul eden her insan Hz. Muhammed sallallahü
aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Elhamdülillah, biz Muhammed (asv)’in ümmetiyiz. Bize “Ümmet-i icabet” denir.
Ümmet olmadan dindar olmak mümkün değildir. Ancak ümmet olmayı, dini inkâr edenler reddedebilirler ki, bunlara da “Ümmet-i davet” denir. Ümmetçi değiliz demek son derece
tehlikeli bir durumdur. Günümüzde Müslümanlar bir imam (halife) etrafında toplanamadıkları için ümmet olma vasıflarını kaybetmiştir ama bu ümmet olmaya karşı gelmeyi gerektirmez. Kurultayın ismi üzerinde durmak istiyoruz. Neden milliyetçi? Milliyetçi kavramını anlayabilmek için milleti tanımamız ve tarif etmemiz lazımdır. Milletin çeşitli tarifleri (tanımları) yapılmıştır.

Ateist (dinsiz) filozoflar ve sosyologlar, milleti “dil, kültür ve ülkü birliği ile bir araya gelen insanların heyet-i umumiyesidir” diye tarif etmişlerdir. Bunlar, milletin teşekkülünde birinci derecede âmil olan din unsurunu kabul etmemişlerdir. Milletin daha umumi tarifi ise; din, dil, tarih ve gaye unsurların birleştirdiği, kaynaştırdığı insanların meydana getirdiği topluluğa
millet denir.
Bu tarife göre; milletini seven, saygı ile ona bağlanan, milletinin ilerlemesi için çalışan, sahip olduğu değerleri koruyan ve ona düşman unsurlarla mücadele eden insanlara milliyetçi ve
bu harekete de milliyetçilik deniliyor. Aslında millet fertlerinin kaynaşması, dayanışması milletin
ilerlemesi için bir yol olduğu kabul edilen milliyetçilik düşünce ve hareketi çoğu zaman dejenere edilmiş, aşırı ihtiras sahipleri tarafından gerek mensup olduğu millete ve gerekse diğer
milletlere bir baskı vasıtası olarak kullanılmıştır. Bu suretle her millet, kendi ırkının üstün bir ırk olduğuna inandırılmış ve üstün ırk iddiaları ileri sürülüp geliştirilmiştir.Almanlar, dünyada saf ve üstün tek ırkın Germen ırkı olduğunu iddia etmiş, İtalyanlar eski Roma imparatorluğunun, Osmanlı tabası olan Yunanlılar İskender devrinin, bazı Arap düşünürleri Firavunlar zamanının özlemini duymaya başlamışlardır.
Bizde ise bütün milletlerin ve dillerin aslının Türk ve Türkçe olduğu ileri sürülmüştür. Eski Yunan tanrı isimlerinin köklerinin bile Türkçe olduğunu ispat etme çalışmaları başlamıştır. Irkçılık hastalığına tutulan her millet, kendine göre bir ütopya bulmuş, başka milletlere tahakküm etme yollarını aramıştır.
Dünyanın zenginlik kaynaklarını ele geçirme de bu arzu üzerine eklenince iki dünya harbi dünyayı kana boyamış ve belki de aynı illet ilerde tekrar aynı şeyi yapacaktır. Saf ırk var mıdır?
Antropoloji ve sosyoloji saf ırkın olmadığını, milletlerin, çeşitli ırkların bir halitası(karışımı) olduğunu açıklamaktadır. Göçler, harpler, evlenmeler, mahalli ve milletlerarası münasebetler, ticari alışverişler ırkların karışımını hazırlamıştır.
Bazı milletlerin çeşitli tesirler dolayısıyla sahip oldukları ve kendilerince meziyet saydıkları vasıfları da onların üstün ırk olma iddiaları tevsike sebep olamaz. Mesela, Türklerin asker
millet olması, İngilizlerin denizci sayılması, Arapların şiir ve edebiyata yatkın oluşu, bu milletlere zaman ve mekânın kazandırmış olduğu hususiyetleridir. Saf ırkın olması da, üstün bir ırk olma iddiası için gerekçe olamaz. İnsanların ve insan toplumlarından meydana gelen milletlerin
menşeine baktığımız zaman görüyoruz ki, menşei tekdir. Bütün insanlar aynı kaynaktan akan su damlaları gibi aynı menşeden gelmektedir. Bu menşe Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’dır.
Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de insanların yaratılış ve çoğalışını şöyle açıklıyor: “Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi (sırf) birbirinizle tanışmanız için boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah hakkı ile bilendir; hakkı ile haberdar olandır.” (Hucurât: 49/13)
Görüldüğü gibi âyet-i kerime gâyet açık ve kesindir. İnsanoğlunun milletlere ve kabilelere ayrılmasının sebebi ve hikmeti onların birbirlerinin daha iyi tanımaları ve anlaşmaları içindir. Üstün olan ancak Allah’ın emirlerini yapan, Allah’ın göstermiş olduğu yolu tek yol olarak kabul eden, bu yolda bütün gücü ile çalışandır. Kimin Allah katında üstün olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Bu hal bile insana övünme ve gururlanma hakkı vermez.

Allah’a inanmayan ve isyan eden insanların üstünlük iddiaları, aslında onların esfel-i safilinde (en aşağıda) bulunduğunun bir alametidir. Baykuşların harabelerin taşları üzerinde öttüğü gibi ırk hastalığına yakalananlar da ruhsuz ve inançsız beden iskeleti üzerinde üstünlük şarkıları terennüm eden zavallılardır. İslâm cihanşumûl yani evrenseldir. Bütün mü’minlerin kardeş olduğunu ilan etmiş, soyla sopla öğünmeyi şiddetle reddetmiştir.
İslâm güneşin ruhları aydınlatması ile cahiliye devri Arapları; kabile, soy, aşiret davası gibi küfür hallerini terk etmişlerdir.
Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri yüz yılı aşan binlerce taraftarlarının hayatına mal olan kanlı kabile davalarını bırakmışlar ve İslâmı kabul etmekle kardeş olmuşlardır. İslâm’ın uğrunda
birbirine kenetlenmek suretiyle çalışmışlar, İslâm’ın nurunu karanlık kalplere ve dimağlara yerleştirmişlerdir.
Hazreti Ömer devrinde İslâm ordusundan birisi, cahiliye usûlüne göre askerleri kavminin ismi ile “Ey Şaban oğulları” diye çağırır. Kumandan, adamı yakalar, hapseder ve durumu bir mektupla Hazreti Ömer’e bildirir. Hazreti Ömer cevabında:
“Böyle cahiliye davası yapmışken onu benim yanıma göndermiş olaydın cellât karşısına oturtup boynunu vurdururdum. Çünkü layıktır. Fakat mademki hapis ile yetinmişsin artık öldürme. Yanına çağır ve yeniden ahit ve biat al da salıver.”demiştir. Kavmiyet davasının ne olduğunu anlayabilmek için peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bir kaç hadisine bakmak kâfidir.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem buyurur ki: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir. Babanızda birdir. Haberiniz olsun ki, hiçbir Arabın yabancı üzerine, hiçbir yabancının Arap üzerine, hiçbir beyazın siyah üzerine ve hiçbir siyahın beyaz üzerine üstünlüğü (fazileti) yoktur. Meğerki takva üzerine ola. Şüphesiz ki Allah katında en iyiniz en müttekî olanınızdır.”
“Asabiyet (ırkçılık) davasına kalkışan, onu benimseyen bizden değildir. Irkçılık üzerine döğüşe girişen de bizden değildir. Yine ırkçılık davası üzerine ölen de bizden değildir.”
“Her kim kâfir olan baba ve dedelerinden dokuzuna kendini nispet ederek izzet ve kerem murad ederse cehennemde
onların sonuncusudur.” “Bir takımadamlar vardır ki; cehennem kömüründen başka bir şey olmayan kavimlerle övünürler. İşte bunlar, ya bu öğünmelerinden vazgeçerler veya
Allah katında pisliği burunları ile karıştıran pislik böceklerinden daha değersiz olurlar.”
Durum bu, İslâm’ın hükmü bu iken; zaman zaman Müslüman
milletler, muhteris hükümdar ve idarecilerin teşviki ile kavmiyet davasına kalkmışlardır. İslâm’ın bağrında İslâm’a zıt hareketler irtikâp etmişlerdir. Önceleri hükümdarların nefsi arzularının tahakkümünden doğan ırkçılık hareketi, Fransız yazarı Comte de Cabineneau’nun (Beşer Irkları Arasındaki Eşitlik) adlı eseriyle ideolojik bir karakter almıştır. Yazar ve mütefekkirlerin yaydığı bu ideoloji bir kasırga gibi bütün milletleri harekete geçirmiş ve her millet daha önce belirtmiş olduğumuz gibi kendi ırkî hususiyetleri aramaya başlamışlardır.
Siyasî alanda ise, büyük devletlerin tahakküm ve küçük devletlerin de İstiklal arzularını kamçılamış, en geniş haliyle de Osmanlı devleti içerisinde kavmiyet davasını körüklemiştir.
Hıristiyan tebanın yanında Müslüman milletlerde baş olmak ihtirası taşıyan kişiler İngiliz, Fransız, Rus ve diğer devletlerin ajanları tahriki ile kavmiyet davasına kalkmışlardır.
Devletin temellerinin sarsıldığı bu hengâmede devletin aslî unsuru olan milletimiz arasında da çeşitli fikirler doğmuştur. Bunlar, Osmanlılık şuuru içinde Müslüman ve Hıristiyanları
kaynaştırmak, mazi ile alâkayı kesmek ve imparatorluğun hayatını devam ettirebilmek için her sahada Avrupalılaşmak, Müslüman milletleri İslâm inancı altında birleştirmek, Türk’ü yabancı milletlerden ayırmak suretiyle imparatorluğa Türkçülük esaslarına göre yeni bir istikamet vermektir.
Her fikir taraftar buluyor. Karşı fikirler arasında artıyor ve mensupları arasında mesafe gittikçe açılıyordu. Avrupalılaşma taraftarları azdı. Fakat müessir idiler. Osmanlılık şuuru birinci
cihan harbiyle tamamen terk edildi. Müslümanları bir bayrak altında toplamak fikri de yine dünya harbi ile büyük bir darbe yedi. Ondan sonra da bu fikre düşünce olarak da müsaade edilmedi. Türkçülük hareketine gelince,
bu hareketin kökü Tanzimat devrine kadar iner. Hıristiyan tebaa isyan etmiş, Arnavutlar, ‘Biz Arnavut’uz diye baş kaldırmış, Arap şeyhleri emir olmak sevdasına düşmüştür. Her tarafta isyanlar, idareciler arasında kavmiyet ve ikbal çekişmeleri imparatorlukta tam bir kaos (karışıklık) meydana getirmişti. Harpler kaybediliyor, ülkeler terk ediliyordu O zaman ki durumu merhum Mehmet Akif şöyle anlatır:
İşte ey unsur-u isyan, bu elim izmihlal,
Seni tahrik eden üç beş alığın marifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti?
Hani, milliyetin İslâm idi, kavmiyet ne?
Sarılıp dursaydın milliyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri,
Arab’ın Türk’e Laz’ın Çerkez’e yahut Kürd’e;
Acem’in Çinliye rüçhânı mı varmış nerede?
Müslümanlıkta anasır mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.
Merhum Âkif ’in çizmiş olduğu bu tablo içerisinde kavmiyet davalarına paralel olarak Türkçülük sistemleşmeye başladı. Turan mefkûresinde son haddini buldu. Türkçülük hareketinin içinde her bakımdan dikkate şayan sima Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp, Diyarbakırlı dindar bir ailenin 1876 yılında doğan çocuğudur. Ailesinden dini terbiye aldı. Kuvvetli bir zekâya sahip, okuma ve öğrenme aşkı ile dolu idi. Osmanlılık idealinin hararetli taraftarlarından oldu.
Yorgi isimli bir gayr-ı müslimden felsefe dersleri aldı. Tard ve Durkheim gibi içtimaiyatçıları tanıdı. Felsefi düşüncede hocası Yorgi’nin tesiri altında kaldı. Durkheim’i okuyunca felsefi fikirleri ile ailesinden almış olduğu dini inançlar arasında bocaladı. Bunun neticesi hayatında ve düşüncelerinde değişiklik yapan inanç buhranına tutuldu ve intihara teşebbüs etti. İntihar hastalığında Allah düşmanı olarak bilinen ve kendi sine “Aduvvullah”=Allah’ın düşmanı denilen materyalist Dr.Abdullah Cevdet’in tedavisi altında kaldı. Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp’ın inanç buhranını daha da artırdı. İntihar tedavisinden sonra Osmanlılık düşüncesini terk etti. Onun yerini üstün vasıflara sahip gördüğü Türklerin yücelmesini ve birleşmesini gaye edinen Turan fikri aldı. Turan; Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu ülkenin adıdır. Aslında Turan fikri Ziya Gökalp’ın kendi buluşu değildir. İlk defa Macaristan’da Türkoloji araştırmaları yapan Türkologların
araştırma sınırlarını tespit için kullandıkları bir kelime idi.
Ziya Gökalp bu kelimeyi ideolojik ve siyasî bir anlamda kullandı. Turan Beyti ile de meşhur oldu. Ziya Gökalp’ın bu beyti şöyledir:

Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir Turan.

Ziya Gökalp’in düşüncesi, Turan mefkûresi ile bütün Türkleri bir bayrak altında toplamak, bütün Türkleri bir ordu yapmaktı. Bu mevcut sistem ve müesseselerle olamazdı. Yeni bir iktisat yeni bir aile, yeni bir ahlâk, yeni bir hukuk nizamı, yeni bir cemiyet sistemiyle olabilirdi. Bu yeni hayatı ancak üstün ve sağlam bir unsur ile temin edilebilir ki, bu unsur Türk ırkı idi. Türk ırkının menşeine kadar, tetkik ediyor, Türk’ün örfüne, ahlâkına ve karakterine uygun yeni bir nizam istiyordu.
Bu dönemde Ziya Gökalp, dindar Ziya değildir. Reformcudur. Türkçe ibâdet istemektedir. Bu dönem Ziya Gökalp’ın İslâm’dan uzaklaştığı fikrî bir hayal içinde yaşadığı devirdir. Birinci dünya savaşına büyük ümitler bağlamıştır. Genç ve fakat talihsiz Enver Paşa bu harple bir taraftan bütün Müslümanları birleştirmek davasına sarılırken, bir taraftan da bütün Türkleri bir
bayrak altında toplamak istiyordu. Bu gayelerle kurduğu ve zatına bağlı “Teşkilat-ı Mahsusa” elemanlarını bütün Türk illerini gösteriyor, Turan mefkûresinin hazırlığını yapıyordu.
Fakat hakikat hayale uymadı. Harp kaybedildi. Enver Paşa ideali uğrunda Türkistan’da Ruslarla çarpışırken şehit oldu. Ziya Gökalp daha realist düşünmeye başladı. “Türkleşmek,
Muasırlaşmak ve İslâmlaşmak” temasına döndü. Eski fikirlerinden döndü. İslâma yöneldiği, ölümünden önce Müslümanlığın bütün esaslarını kabul ettiği söylenir. Son yazıları da bu görüşünü teyit etmektedir.

Türk düşüce tarihinde mühim bir yeri olan Ziya Gökalp’in konusundaki fikirleri, cumhuriyetin ilanı ile tatbik sahası buldu. Türkleşmek düşüncesi, vatanın düşman çizmesinden kurtulması ile millî sınırlar içerisine inhisar ettirildi. Dış Türkler ile düşünce alanında da temaslar zayıfladı. Mamafih bazı kişiler Ziya Gökalp’ın Türklük dünyasına ait fikirlerini muhtelif dergi ve makalelerde yaymaya devam ettiler. Bugün bir dergi etrafında toplananlar bu görüşü savunur görünümündedir. Bunlardan biri Şamanist ecdadı Müslüman yapmaya çalıştığı
için dünyanın en adil idarecisi halife Hazreti Ömer’e hücum etmekte, Onu Türklük düşmanı ilan etmektedir.
Aslında Hazreti Ömer milletimiz için kurtuluş yolunu göstermiş, onların Şamanist kalp ve dimağlarını İslâm’ın nuru ile aydınlatmağa vesile olmuştur. Hazreti Ömer Türklerin düşmanı
değil, onların hidâyet (kurtuluş) rehberidir. Biz O büyük insana medyun-u şükranız. Bu günün dünyasında milletler teknik ve haberleşme sahasında birbirine ne kadar yakınsa, fikir ve ideoloji konusunda da o kadar uzaktır.
Turan mefkûresi uğrunda Kamçatka Yarımadası’ndaki Türklerle birleşmek mümkün olmadığı gibi, Cava adasındaki Müslümanlarla da birlik kurmak mümkün değildir. Fakat aynı inancı taşıyan insanlar ve milletler kültür, iktisat, teknik ve bu konularda mutabakat esasına göre işbirliği yapabilirler. Bugün inanç dünyamızın insanları böyle bir birliğe şiddetle muhtaçtır. Irkî gayelerden uzak, tarifini yaptığımız millet anlayışı içerisinde bulunulursa, milletler arasında işbirliği ve işbirliğinden doğan verim daha kolay, daha çok olacaktır.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin bu konuda bize düstur hadislerinden biri şöyledir. “Zulme ortak olmamak şartıyla en hayırlınız aşiretini münkerden alıkoyandır.
Müdafaa edendir.”

Bu hadisin ışığı altında Müslümanların Türk’üz, Arab’ız, İran’lıyız demelerinde hiçbir mahzur yoktur. Bilhassa tanışmaları ve anlaşmaları için faydalıdır. Her milletin dil, edebiyat, sanat, ticaret… gibi sahalarda milletçe ilerlemesi için çalışması da tabiidir. Ancak bu çalışmalar yapılırken insanlar arasında ayrım yapılamaz. Müslümanların münasebetlerine dair dinimizin koymuş olduğu evrensel prensipleri, yardımlaşmanın merkezden muhite doğru yapılması ve genişletilmesi hakkındaki ilâhî emirler, milliyet anlayışında da bize ışık tutacak, bizi kötüye gitmekten alıkoyacaktır.
Gençliğin, fikrî bir anarşi içinde bulunduğu zamanımızda bizi sevindirecek doğuş alametlerine de şahit olmaktayız… Bir gençlik doğuyor, İmânlı, ahlâklı, hareket dolu bir gençlik… Bu gençlik; iki asra yaklaşan bir türlü kendimizi bulamayışımıza derman olacaktır. İnşaallah bu gençlik yolumuzu gösterecek, idaremize sahip olacaktır. Şimdiden Hakkın sesiyle bu gençliği
selâmlıyor ve Allah’tan muvaffakıyetler diliyorum

Scroll to Top