Takdim
ZAMAN içerisinde yaşanan siyasi hadiselerin
ve içtimai alanda yaşanan değişimlerin değişik ihtilâfları beraberinde getirdiğini unutmamak gerekir.
Tarih ilminin konusu, zaman içerisinde meydana gelen hadiselerin sebeplerini, vesilelerini ve sonuçlarını tahlil etmekle sınırlıdır. Ancak tarih kitaplarında yer alan bilgilerin izafi olduğunu, yani o tarihin yazılmasını sağlayan güçlerin ‘resmi yorumlarını’ da beraberinde getirdiğini söylemek mümkündür. Tarihin ilim değil, bilimsel disiplin olduğunu ileri süren uzmanlardan birisi olan Leon H. Halkin’in ifade ettiği gibi, tarihî gerçek, müşahhas hususiliği içinde geçmişin tasavvurundan ibarettir. Ancak her insan gibi, tarih ilmiyle meşgul
olan kimselerin de şahsi tercihleri vardır. İster tarafsız olmaya gayret etsin, ister siyasi tercihlerini esas alsın herhangi bir tarihçinin ‘çevre kültürünün’ etkisinden kurtulması kolay değildir. Hatırat türü eserlerde; toplum tarafından tanınan bir kimsenin şahit olduğu hadiseleri ve siyasi değişimleri, kendi tercihlerine göre tahlile tabi tuttuğu malûmdur. Bu tür eserler, son tahlilde otobiyografi özelliğine haiz olurlar.
Tarih boyunca kendilerini devletin kurucusu veya milletin kurtarıcısı ilân eden politikacılar (farklı zamanlarda yaşamış olsalar da) ‘tanrının oğlu’ (!) rolünü oynamaktan adetâ zevk almışlardır. Adaleti reddeden, hukukun üstünlüğünü hafife alan ve Peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatleri kabul etmeyen kavimlerin, ortak sloganları şudur: “Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız.” Cemiyet halinde yaşayan insanlar için, nesilden nesile aktarılan hayat tarzının ayrı bir önemi vardır.
Atalar dini, geçmişe karşı beslenen ölçüsüz saygıyı ve sevgiyi iman esası haline getiren itikâdi tercihlerin hülâsasıdır.
İnsanları kayıtsız ve şartsız kendilerine itaate çağıran devlet adamlarının, hukuka ihtiyaçları yoktur. Keyiflerine göre çıkardıkları kanunlarla her şeye müdahale edebilirler. Kanun devletinin en ideal şekli, eski Mısır’da görülmüştür. O dönemde kendisini “Ra ilâhı’nın oğlu” (Firavun) ilân eden devlet başkanı Mısırlılara hitaben: “Ey millet! Ben sizin için, kendimden başka bir ilâh tanımıyorum. Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sualini sormuştur. Aynı zaman diliminde Hz. Musa (as) insanlara “Allah’a (cc) iman ve ibâdet ediniz. Sizin yegâne rabbiniz O’dur. Firavun’a kulluk etmeyiniz” dediği için,aralarında mücadele başlamıştır. Firavun’un, Hz. Musa’ya (as) hitaben: ”Eğer bu tebliğinden vazgeçmezsen, seni muhakkak zindana atılanlardan ederim” (Eş- Şûra Sûresi: 29) dediği
malûmdur. Kadı Beyzavi, bu ayetin tefsirinde: “İlmi delil getirmekten aciz olan zorbaların âdeti, Firavun gibi tehditler savurmaktır” diyerek, bu psikolojinin sadece Firavun’a
mahsus olmadığına işaret etmiştir. Bugün müzelerde heykelleri bulunan Sümer Tanrıları (Anû, Enlil, Marduk vs) birbirlerinin ardından tahta çıkan krallardır. Akkad Kralı Naram-Sin, kendisini ‘İnsanların İlâhı’ ilân etmiştir. Zerdüşt itikadına göre ‘Ahura-Mazda’, devlet yönetimini elinde bulunduran ve insanlara rızık verdiğine inanılan tanrıdır. Amerika’da hüküm süren İnka İmparatorları da, resmi metinlerin altına ‘Tanrının Oğlu’ imzasını atmışlardır. Eski Asur, Yunan, Mısır ve Roma uygarlıkları, atalar dininin ortaya çıkardığı uygarlıklardır. Dilediği gibi kanun koyma hakkını devlet adamlarına ve politikacılara tahsis eden bütün ülkelerde, zaman içerisinde atalar dininin resmi ideoloji haline geldiğini söylemek mümkündür.
Aydınlanmacı filozofların etkisinde kalan bazı müslüman aydınların; yirminci yüzyılın ilk yıllarından itibaren, din ile devlet ve siyaset arasındaki münasebeti tartışma konusu haline getirdikleri malûmdur. Tüzel kişiliği olduğu farzedilen devlet kurumu; her şeyin öznesi haline getirilmiş, hatta ‘insan devlet içindir’ anlayışı yaygınlaştırılmıştır. Yeryüzünün halifesi olan insanı hakir gören ve devletin ‘mukaddes varlık’ olduğunu ileri süren bu siyasi anlayış, her türlü fesadın kaynağı
haline gelmiştir. Bu noktada bir inceliğe işaret etmekte fayda vardır. Siyasi literatürde devlet, bir milletin ortak iradesiyle kurulan ve o milletin ortak gücünü temsil eden bir hukuk kurumudur. Vatandaşlarının güvenliğini sağlayan, zaruri ihtiyaçlarını temin için gerekli tedbirleri alan ve adaletin gerçekleşmesine vesile olan devletin varlık sebebi, siyaset uzmanlarına göre insanlığa hizmettir. Devletin kurucu unsurları arasında zikredilen ülke ve insan topluluğu yanında, örgütlenmiş bir siyasi iktidarın ve bu siyasi iktidarı kullanan organların (yani geniş anlamda hükümetin) bulunması da zaruridir. Hukuk kurumu olan devlet; cemiyet halinde yaşayan
insanların, birbirleriyle olan münasebetlerini düzenlemek için gerekli olan bir vasıtadır. Devlet adına iktidar imkânlarını kullanan hükümetin; adalete riâyet etmesi, emâneti ehline vermesi ve teb’asının saadeti için zaruri olan düzenlemeleri yapması zaruridir. İslâm ahkâmını
uygulayan devlet, insanların yeryüzündeki hilâfet vazifelerini yerine getirebilmeleri için bir vasıtadan ibarettir. Dolayısıyla devlet, mukaddes bir kurum veya dokunulmazlığı olan bir tüzel kişilik değildir. Devlet adamlarına ve politikacılara; ‘insanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken, sadece aklı esas almalarını ve dinin hükümlerini ferdin vicdanına bırakmalarını’ tavsiye eden laiklik felsefesi, çağdaş uygarlığın vazgeçilmez unsuru haline getirilmiştir. Tanzimat ve Meşrutiyet münevverlerinin ‘muasır medeniyet’, günümüz aydınlarının ‘çağdaş uygarlık’ şeklinde ifade ettikleri siyasi kültürün; Pozitivizm, Rasyonalizm, Nihilizm, Makyavelizm ve Pragmatizm gibi ideolojilere dayandığı malumdur. Lâiklik felsefesinin ateist ve tepeden inmeci yorumunu benimseyen, burjuva filozoflarının kiliseye yaptığı itirazları ezberleyen ve aynı itirazları İslâm dinine yapan bu aydınların, farklı inançlara ve düşüncelere saygı göstermeleri kolay değildir. Devlet siyaseti haline getirilen aydınlanma felsefesinin;
Müslüman olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında, kimlik krizine sebep olduğunu gizlemenin bir anlamı yoktur. Bunun tabii sonucu şudur: İnsana mahsus olan ünsiyet kabiliyeti zaafa uğramış ve vahşileşme eğilimi ortaya çıkmıştır. Vatandaşlarının herhangi bir dine samimi olarak inanmasına tahammül edemeyen sivil ve asker bürokratlar, medeni vahşetin yayılmasına vesile olmuşlardır. Kendi vatandaşlarını hakir gören ve ödünç kimliklerle övünen devlet adamları,
kimlik krizinin tabii sonuçlarını tespit edemez hale gelmişlerdir. Bu arada çağdaş uygarlık sloganını keyiflerine göre kullanan ve her fırsatta laikliğin öneminden bahseden aydınların ‘aşağılık kompleksi’ne kapıldıklarını unutmamak gerekir. Hâlbuki tarihin her döneminde; yeryüzünde bir değil, birden fazla uygarlık aynı anda ve bir arada yaşamıştır. Dolayısıyla çağdaş uygarlık değil, birbirleri ile çağdaş olan uygarlıklar vardır. Batılı filozoflar; kendi siyasi ve iktisadi düşüncelerinin evrensel olduğunu iddia ederek, insanlığı hipnotize etmeyi denemişlerdir. Bunda belirli ölçüde muvaffak olduklarını söylemek mümkündür. Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi
olan sivil ve asker bürokratlar; hipnotize edildikleri için, batılı filozofların tezlerine iman etmeye başlamışlardır. Ayrıca devleti yöneten bazı sivil ve asker bürokratların; çağdaş uygarlık
sloganını, İslâm medeniyetini reddetmek için kullandıkları malûmdur. Mazilerine küfreden, hallerinin perişan olduğunu düşünen ve istikballerini karanlık gören insanların şüphelerden, korkulardan ve endişelerden kurtulmaları kolay mıdır? Resmi ideolojiye iman eden cumhuriyet dönemi aydınları, modern hurafe hükmünde olan sivil din anlayışını ‘ulusalcılık’
adı altında pazarlama yolunu seçmişlerdir. Bütün ‘sivil din projeleri’nde, hüküm koyma hakkı, devlet adamlarına mahsus olan bir haktır. Din, ‘devletin temel hedeflerine hizmet ettiği ve devlet adamlarının işine yaradığı’ müddetçe önemlidir. Modern-sivil din anlayışı; insanı yeryüzünün
halifesi değil, sahibi olarak gören, münzel kitaba dayanan bütün dinlerin iman esaslarını ve mukaddes değerlerini, pragmatik gerekçelerle değiştiren bir anlayıştır. Nitekim 1927 yıllarında Abdülbaki Gölpınarlı’nın ilkokullar için yazdığı Din Kültürü kitabında iman “dinî” ve “milli/ulusal” iman olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Milli/ulusal iman bahsinde; “Bizim bir de milli imanımız vardır. Biz Türküz. Türkler medenidir. Milletimiz daima ileri gidecek, düşmanlarımızı alt edecektir.
Türk adı anılınca göğsüm iftiharla kabarır, başım yükselir. Milletime, vatanıma faydası dokunanları severim, mübarek yurduma fenalık edenleri hiç sevmem. İşte bu milli/ulusal
iman, bizi yaşatacak, ilerletecek imandır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti hükümetine tabi olanların hepsini bu iman birleştiriyor. Biz bu milli/ulusal imanı, büyük Cumhurreisimiz Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin ve onun vatansever arkadaşlarının gayretiyle, Cumhuriyet sayesinde kazandık” denilmektedir. Aynı yıllarda Samsun Milletvekili olan Ruşeni Barkur’un kaleme aldığı “Din Yok, Milliyet Var” başlıklı bir eser, devlet tarafından bastırılmıştır. Bu eserde ulusalcılık/
milliyetçilik neredeyse dinin yerine alternatif olarak teklif edilen bir inancı ön plâna çıkarmaktadır. Kitapta yer alan şu ifadeler dikkat çekicidir: “Benim dinim benim milliyetimdir… Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır. Ulusunu seven, ulusunu yükselten ve ulusuna dayanan insan, her zaman güçlü, her zaman namuslu ve her zaman onurlu bir insandır.” Tek kelimeyle resmi ideoloji adına, İslâm fıkhını mahkûm eden, vatandaşları kavimlerine göre değerlendiren ve ‘“Din Yok, Milliyet Var” diyen siyaset anlayış, Türkiye’de etnik-terör felâketinin yaşanmasına vesile olmuştur. Bir folozofun dediği gibi; geçmiş asla unutulmuş bir zaman dilimi değildir, hatta
geçmiş, geçmiş bile değildir. Uzun yıllar ‘Türkiye Din Görevlileri Federasyonu Başkanlığı’ görevini deruhte eden ve ‘Hakses’ mecmuasını yayına hazırlayan Muhterem N. Mehmed Solmaz Hocaefendi’nin kaleme aldığı ‘Geçmiş zaman Olur ki ..’ isimli eser, çok partili dönemde yaşanan hadiseleri merkeze alan bir denemedir. Aynı zamanda hayatından kesitler sunan bir hatırattır. Bu eserin hayırlara vesile olmasını dileriz.
MİSAK YAYINLARI