Cuma Mektupları(1)

Cuma mektuplarını sunmadan önce “Prostat küçük hücreli kanser” üzerinde biraz daha bilgi vermek istiyorum. Prostat küçük hücreli kanseri son derece hızlı seyreden tedaviye cevabı
çok zor olan bir kanser türü. Tedavi hem hastalığın tabiatında hem de kullanılan ilaç ve terapinin yan etkilerinden dolayı çok sancılı geçmekte vücuda hızla yayılan bu kanser sancılarına
dayanılması zor ağrılar ortaya çıkarmakta ve tam bir sabır imtihanına tabi tutmaktadır… Naim kardeşim, bana gönderdiği
18.12.2011 tarihli mektubunda hastalığı hakkında şöyle diyor: “Hastalığım kendi hâlinde seyrediyor. Rabbim beni imtihan ediyor. Dua et de yüz akı ile geçeyim, kazanayım, İmtihanım
kolaylaşsın. Tekrar kemoterapi veya radyoterapi olacak gücüm kalmadı. Dayanmak çok zor”

15.01.2013 tarihli mektubunda da hastalığı konusunda şunları yazar: “Rabb’ime hamd olsun görebiliyorum. Hastalığımın adı prostat kanseri. Tedavisi olmayan kötü bir cinsi. “Küçük hücreli” diyorlar. Verebileceğim bilgi bu kadar. Bir takım ilaçlar kullanıyorum ama bunlar tedavi edici değil. Ağrı kesici ilaçlar. Sevgili dostum. Okuyorum, yazıyorum, internetle oyalanıyorum. Allah ne kadar diledi ise yaşayacak, ondan sonra da her kul gibi dostlara veda edeceğim. Şimdiden dostlardan helallik diliyorum. Son nefeste Allah’tan Şehâdet Kelimesi diliyorum”

O hasta idi. Sancıları çoktu. Cami kürsüsüne çıkamıyor, gönüldaşları ile bir araya gelip sohbet edemiyordu. Ama ağır sancılar çekerken internet yolu ile Cuma mektupları göndermeye başladı. Okuduğumuz zaman göreceğiz ki, mektuplarında bırakın hasta insanı, sağlıklı bir insanın kolayca yazamayacağı derin manalı İslâmî hakikatler vardır. Bu mektupları niçin ve neden
yazdığını anlamak için 06.04.2012 tarihli mektubunu okumak gerekir. O mektupta şöyle diyor: “Son bir nefesimiz kalsa, en isabetli avcı atışı ile onu iyilik, sevgi ve nasihat yolunda harcamaktır” Son nefesine kadar irşat vazifesini eda etmek için küçük hücreli kanserin pençesinde “Cuma mektupları” göndermeye devam etti. Taki parmakları bilgisayarın tuşlarına dokunacak gücü kaybetti, Naim kardeşimin mektup göndermesi de durdu…

Cuma Mektupları
28.11.2011Hasan Basrî, kendini başkalarından hakir görme itiyadındaydı. Yahut başkalarını kendinden üstün görmek.Öyle terbiye görmüştü. Bir gün Bağdat’ta, Dicle kenarında dolaşırken bir siyahî adam gördü; oturmuş, bir ağacın dibinde şarap içiyordu; yanında da bir kadın vardı. Hasan içinden geçirdi ki,“ Şu zenci eğer şu anda şarap içiyor olmasaydı Allah’a benden daha yakın ve makbul bir kul idi.” Tam yanlarından geçerken bir de ne görsün. Nehirde iki adam boğuluyordu; o zenci hemen yerinden fırladı, nehre atlayıp o iki kişiyi kurtardı. Ancak
yüzerek değil, suyun üzerinden yürüyerek bu işi yapmıştı. Sonra Hasan Basrî’ye dönerek dedi ki: “Eğer sen benden makbul bir adamsan, haydi suyun üzerinden yürüyerek git, boğulan birilerini kurtar bakalım! Şu yanımda oturan kadın benim anamdır; içtiğimiz de şarap değil zemzemdir. Biz senin kalb gözünün açık olup olmadığını merak etmiş, anlamak için de buraya oturmuştuk. Hasan, adamın ayaklarına kapandı. “Sen o iki adamı boğulmaktan, beni ise bir mü’min kardeşim hakkında kötü zan beslemekten kurtardın” dedi. O zat da Hasan’a şöyle dua etti. “Ya Rab!
Hasan kulunu içinde bulunduğu hâlden kurtar. Zira Hasan kulun, senin yanında benden yüz kat daha efdaldir.” Kalender ve mütevazî bir karakter ve ahlâka sahip olmak Allah katında faziletli olmaya vesiledir. Kimseyi bize görünen yönü ile değerlendirmemek lazım. Ola ki o kişi Allah’ın nazarında bizden daha faziletlidir. Rabbimden niyaz edelim ki bizi de bu yüce ahlâk ile nasiplendirsin. Herkese selam sevgi, saygı ve dualar! Allah bizleri de sâlihlerden eylesin. Naim

05.12.2011 10 Muharrem ve yepyeni yılımız hepimize mübarek olsun, milletimizin ve İslâm dünyasının birlik ve bütünlüğüne vesile olsun. Bu vesile ile Cenab-ı Mevlâ işimize, aşımıza bereket, evlerimize ve gönüllerimize huzur, hastalarımıza ve hastalıklarımıza şifa İhsan eylesin. Sevgi, saygı ve selamlarımla. Naim Karaman.
08.12.2011 Sevgili Ziya Bey! Benim, Anadolu Kaplanları’nın ortaya çıkışında katkılarımdan bahsediyorsunuz. Tevazu göstermeyeceğim; ama kendinizi unuttuğunuzu söyleyeceğim.
Hiçbir çalışma boşa gitmiyor. Sizin çalışmalarınız da boşa gitmiş değil. Kaybetmiş gibi gözükseniz de, siz aslında ülkeye çok şey kazandırmış bir iş adamısınız. Aslında Anadolu kaplanları, sizin gibi, kimi başarılı kimi başarısız gibi gözüken gayret ve cesaret sahiplerinin hayallerinin toplamıdır; devinmelerinin ortaya çıkardığı ivmelerin neticesidir. O uykusuz gecelerde; yataklarda kurgulanan mesailerden, çözülen problemlerden, beslenip sulanan hayallerden hiçbirisi ölü doğan bir bebek olarak kalmamıştır; hepsi de hayata geçirilmiştir. Yeni savaş alanımız olan “Kalkınma”da, zafer menziline ulaşanlar olduğu gibi, yolda kazaya uğrayanlar da vardır. Bunlar, savaşımızın gazileri ve şehitleridir. Şehit vermeksizin savaş kazanılır mı? Bu savaşın asıl şerefi de bunlara aittir. Uhud şehidi Mus’ab (ra) gibi. Ben hiçbir şey olmadığımı biliyorum. Eğer sizin gözünüzde bir değerim varsa bilin ki bunda Ziya Akdeniz’in çok büyük katkısı olmuştur. Bana hiçbir yerde bulamayacağım o kadar değişik bakış açıları kazandırdınız ki, siz hiçbir şekilde onların farkında bile değilsiniz. Anadolu Kaplanları’nın ortaya çıkmasındabenim bir yudum nefesimi görüyorsanız, ben de sizin o mücadelenin ön saflarında savaştığınızı biliyorum. Siz isteseniz de istemeseniz de, farkında olsanız da olmasanız da bu savaşın ta göbeğinde yaşadınız ve çarpıştınız. Mübarek olsun. Bu zafer tek başına hiç kimsenin değildir. Bizim, sizin ve öteki feragatle bıkıp usanmadan, ümidini kaybetmeden ve acele netice beklemeden çalışanların ortak başarısıdır. Bu zafer, önüne ardına bakmadan yiğitçe, aşkla, şevkle çalışan kardeşlerin şeref kaynağıdır. Siz kendinizi onlardan ayrı düşünemezsiniz. Uzaktan
yakından birbirini tanımasalar da bütün gayret sahipleri bu ibâdette ortaktır. Kimisi parasını, kimisi sıhhatini ve gençliğini, kimisi de yılların birikimi olan servetini bu uğurda harcamış,
bitirmiştir. Bunları birbirinden kim ayrı düşünebilir? İşte Ziya Bey! Benim gözümde siz ve sizin gibi ülke kalkınmasına katkıda bulunanlar, kimi de bu yolda ömür tüketenlerin mevkileri budur. Ben ancak onlara gıpta ile bakabilirim. Bu vesile ile size daimî olan saygılarımı, sevgilerimi arz eder, hürmetle gerçekten öpülmeye değer ellerinizden öperim. Saymakla bitmeyecek hatalarımıza gelince, unutmayalım ki biz insanız. Hata yapmak istemeyen, hiçbir iş yapmamalıdır. O ise sadece bir ölüdür. Benim gibi siz de hissiyatınızı yazın ki rahatlayasınız. Dik ve vakarlı durun. Sevgilerimle! Kardeşiniz Naim.
27.12.2011 Son mesajınıza cevap vermiştim; ama oradaki “arkamdan lanet okunmak” ve de “kul borcuyla ölmek korkusu” söylemleri kafamı tırmalıyor. Bu korkulardan kurtulmak mümkün değil elbet. Değil ama bu korkuların da ibâdet olduğunu bilmek gerek. Terminolojimizde “Allah korkusu diye” övüle övüle bitirilmeyen ibâdet bu olsa gerek her hâlde. Sanırım, zaman zaman gözlerinizden damlalar da dökülüyordur. O damlalar inşaallah bizi yakmasından korktuğumuz ateşi söndürecektir. Ah Ziya Bey! İşte bütün bu duygular, korkular, som imân göstergesi değilse nedir? Hani adamı cehenneminkenarına kadar götürmüşler; tam içeri atacaklarken, adam çaresizlik içinde yalvaran bir edâ ile çevresine bakınıp aranmaya başlamış. Ulu Yezdân sormuş: Neye bakınıyorsun? Demiş ki adam: Ya Rab! Senden, bundan daha iyisini ümit eder, beklerdim. “Kulum beni nasıl sanırsa ben öyleyim, kulumun sandığı gibiyim buyurmuş olan Hz. Yezdân, kulun ümit var olmasına mükâfat olarak cennete konulmasını emir buyurmuş. Bu işler zordur ama, korkular içinde kavrulup giderken ümidi de elden bırakmamak lazım. Her ikisi de ibâdettir ve Allah’a sevgilidir. Geriye kul borcu kaldıysa, Allah dilerse sebep yaratır, ödeme gücü verir inşaallah. Bütün çabalamalara rağmen ödenemezse, alacaklılarına cennetten, çok güzel makamlar ikram etmek suretiyle, sahibi olduğu kulunun borcunu inşaallah Hz. Yezdân
öder.
Ziya Bey! Her şey mümkündür. Siz ki, bu kadar korku çekiyorsunuz; azap hissediyorsunuz. Allah öyle bir kerem sahibidir ki, bir suçtan dolayı kuluna iki defa azap etmez. Dünyada çektirdikten sonra ahirette bir kere daha azap etmekten müstağnidir. Şu andaki hâliniz güzeldir; korkun, ağlayın, ümit edin, ödemek için de çırpının. Temiz insanlardan da dua isteyin. Ben ki o kadar temiz değilim; ama kendim için dua ederken size de dua etmekteyim. Başınızı ağrıttım; ama ikimize de huzur ve af vesilesi olur inşaallah. Siz de yazın, usanmayın. Yazmak, düşünmeye vesile oluyor. Düşünmekse ibadettir. Saygı, sevgi dualarla. Hane halkına da selâmlar, saygılar. Hakkınızı helal edin. Başınızı ağrıtıp sizi yoran günahkâr kardeşiniz Naim.

21.03.2012 Herşey uyanıyor. Hayatın güzellikleri ile kucak kucağa, cümbüş başlıyor. Şu çamın altına doğru süzülen iki karga birbirleri ile sanki dans ediyor. Üst dalın tepesine konan
kumru, eşini arıyor. Sesleniyor mahzun mahzun; gelecek cevabı bekliyor. Belki de ondan ümidini kesmiş, kendine yeni bir eş aradığını ilan ediyor. Bir avize gibi duran, şu öndeki meydanda dikili dörtlü sokak lambasının bir kolunda karga, sabah güneşinde kendisini eşi ile buluşmaya hazırlıyor. Tüylerini tarıyor, parlatıyor. İşte o da geldi; kanatlanıp beraberce uçuyorlar aşağıdaki sisli vadiye doğru; hayatlarına yeni hatıralar, belki de dostlar eklemek üzere. Bense yatıyorum. Şu elimdeki Zemzem Suyu’nu içiyorum. Belki Rabbim ayakta da içmeyinasip eder diye O’na iltica ediyorum. Dostlarıma da dua ediyorum ve şimdi güneş yükseliyor, Allah’ın emrine uyarak tavaf ediyor. Her şeyi sevindirmek üzere seferine devam ediyor. Bu da O’nun ibâdeti. Yusufçuğun martıları balkona doğru süzülüyorlar. Kimileri de sunulan peynirleri paylaşıyor terastaki çiçekler arasında. Yusuf ’sa onları seyrediyor, hemen teras camının arkasından. Ziya Bey ne yapar bu saatte bilmiyorum. Bense uzaktan onları seyrediyorum ve selamlıyorum; onlara hep dua ediyorum. Hepsini seviyorum. Ben Medinecikteyim.

06.04.2012 Hey dostlar! En güzel gün bizim cumamız. İslâm âlemine Nusret ve zafer vesilesi olsun. Siz dik durun, sakıneğilmeyin. Olumlu düşünün. Yanlış yerde tavır koymayın.
Ümmetçe iyiliği icmaen sabit olan zevata dil uzatmayın. Bu, Allah’ın hoşuna gitmez. O, dostlarının incitilmesinden hoşnut olmaz. Siz, O’nun sevdiklerini sevip saygı göstermede kusur etmeyin. Bana da dua edin ki imtihanım kolay geçsin. İnşaallah şifa bulayım. Sevgiler. Naim.

06.04.2012 Son bir nefesimiz kalsa, en isabetli avcı atışı O’nu iyilik, sevgi ve nasihat yolunda harcamaktır. C. Hak bir iyiliğe yetmiş bin misli ile bedel öder. Ebû Hureyre, iki buçuk milyon misli ile diyerek yemin ediyor. Rivâyetler çeşitli olsa da biz her birini kabul ediyoruz. Bu dünyada iyilikten başka ne var yayacak ve yayılmaya değecek. Şu otlar, ağaçlar, solucanlar, kelebekler, sudaki balıklar, bizleri ve onları kuşatan tabiatın bütününden ne ister, iyilikten başka? İyilikten daha minnet-değer neyi düşünebiliriz? Kötülük, canavarlara bile yakışıklı gözükmez. Peygamberleri önder yapan, anaları herkese yâr yapan iyilik yapma tabiatında olmaları değil midir? Biz şu dostlarımızla beraber, yürünmeye değer yegâne yol diye çıktık bu yola ve yürüyeceğiz. Düşene kadar yürüyeceğiz. Biz düşünce de çocuklarımız, torunlarımız ve öğrencilerimiz devam edecek bu yürüyüşe; en son kafilemiz de cennete varana dek.Orada bizi
karşılayacaklar var. Dostlara selâm! Naim

12.04.2012 Cuma günü İslâm’a has bir bayramdır. Günlük hayatın normal akışı o gün de süre gider. Bütün yollar, mescide giden mü’minlerle dolar. Her yere değişik bir hareket ve neşe canlılığıgelir. Bir kısım insanlar Allah’ı zikretmeye koşarlar. Her şeyi arkalarında bırakıp kulluk görevlerini yerine getirmeye koşarlar. Bütün gün için değil de, ibâdet saatleri için bütün alış-verişi terk ederler. O gün mescitte günün en önemli meseleleri gündeme getirilerek, mü’minler aktüel konulara karşı duyarlı hâle getirilir. Mü’minler dünyanın en önemli konuları hakkında
doğru olarak bilgilendirilir. Cuma hutbesi bunun içindir ve onsuz cuma namazı olmaz. Sürekli uykuda, dünyadan ilgisiz, duyarsız insan tipini İslâm bu şekilde rahmetle ıslah eder. Mü’min
uyanık olmak zorundadır; çünkü mü’min aynı yılan deliğine iki defa elini sokmaz. Teorik olarak, mü’min, dünyanın en uyanıkinsanıdır. Dünya mü’minin iki avucu içindedir. Bir kar topu gibi
O’nu her hafta yeniden avuçlarında ve beyninde sıkar durur. O günün bir şiarı da zikir ve ibâdete yoğunlaşılan bir gün olmasıdır. Cuma ezanı duyulduğunda bütün mü’minler Allah’ı zikretmeye, kulluklarını arz etmeye koşarlar. Namazdan sonra özel ziyaretler, iş ziyaretleri yapılır. Dargınlar barıştırılır. Sosyal doku yeniden onarılır. Benzer bir takım sosyal görevler de yerine getirildikten sonra herkes yeniden işbaşı yapar, yeryüzüne dağılarak Allah’ın bereketini aramaya çıkarlar. Böylece mü’min her Cuma günü kendini tekrar yeniler; bir rehabilitasyondan geçer. Yakın ve uzak cevre ile mümkünse hediyeleşilir. Bu, sürekli değilse de zaman zaman yapılır. Bu duygular içinde,Umreye giden sevgili kardeşlerimi uğurlarken, herkesin Cuma Bayramı’nı tebrik eder, sevgilerimi iletir, dualarını beklerim. Naim Karaman

29.07.2012 (Bir Dostun Şahsında Umuma) Benim Sevgili Dostum. “Bu kadarı da olmaz”diyeceğim ama demiyorum. Siz kendinize insaf etmeksizin kendi kendinize vurup kırmayadevam ediyorsunuz. Üzerinizde bizim de hakkımız varsa, kendinize acıyın. Çünkü biz sizi çok seviyoruz. Sizin de kendinizisevmenizi istiyoruz. Kendisini basit görmek îtiyadında olan,fakat bunun yanında dik duruşunu da kaybetmeyen nice Allah dostu vardır. Bu, tasavvufta bir makamdır. Siz ise kendinizi sadece basit görmüyor; hakaret ediyor, tekme tokat dövüyorsunuz. Canınızı da acıtıyorsunuz. Kendinize karşı nasıl gard aldığınıza gerçekten aklım ermiyor. Biz, büyüklerimizden nicelerini biliriz, hanımlarının karşısında bile eziklik ve çaresizlikleri ile şöhret bulmuşlardır; ama buna rağmen dik duruşlarından da bir şey kaybetmemişler, kendilerini salıp bırakmamışlardır. Burada dik duruş, Allah’a sadakatle bağlı kalmak demektir. Yani özgür yaşamak demektir. Onlar sabretmeye soyunmuş özgürlük kahramanlarıdır. O özel tavırları, onların toplum içindeki durumlarını sarsmamış, çok büyük eserler vermiş, hizmetler ifâ etmişlerdir. Bunların pîri Eyyüp Peygamber’dir. Eyyüp (as), çok zengin bir kişi olduğu hâlde bütün servetini kaybetmiş, kalabalık olan çocuklarının da hepsi ölmüş, sıhhatinden ise tamamı ile mahrum bırakılmış, yıllarca beçel vaziyette, hanımının bakımına muhtaç olmuş; buna rağmen dik duruşundan aslâ fedâkârlık etmemiştir. Durumundan da hiç kimseye, hattâ Allah’a bile şikâyet etmemiştir. Üstelik hanımı başkalarının ev hizmetlerinde çalışarak kocasına ancak
bakabilecek hâle düşmüş, bununla beraber vakarından bir şey kaybetmemiştir. Allah’ın, sabır duruşuyla böyle imtihan kazanmış kulları da olmuştur. Eyüp Sabrı’ Kıyâmete kadar gelecek
insanlar arasında bir darb-ı mesel olarak kalmıştır. Eyüp(as), Yakup(as)’un kardeşi Îys’in oğlu, hanımı da Lût (as)’un kızı Rahile’dir. Kur’ân Eyüp (as)’ü şöyle anlatıyor: “Biz O’na ehl-üiyâlini, mal ve mülkünü, tarafımızdan bir rahmet olarak iade ettik; bir mislini de fazladan verdik. Tâ ki olgun akılsahiplerine bir ders ve ibret olsun diye.” Sonra Kur’ân, “BizO’nu sabredici bulduk, O ne güzel kul’du” (Sâd Sûresi: 38/43, 44) diyerek övüyor, O’na âdetâ hayranlığını belirtiyor. Bunları okuyunca gerçekten insan bütün dertlerini unutuyor. Biz ne gördük ki? Yüce Allah’ımıza sonsuz şükürler olsun, sonsuz nimeleri içinde yüzüyoruz.

Ağaçlar toprağın üstünde ışığa, Güneş’e doğru bitip tükenmeyen bir gayretle uzanıp dururlar. Bitip tükenmeyen bir ivmedir bu; sonsuz bir ceht ve gayret. Kimisi daha uzun olur, kimisi de daha kısa. Varmak istedikleri, ulaşmak için kanat çırptıkları yer Güneş’tir. Bu uzak gayeye baktığınız zaman aralarındaki boy farkı ne kadar çok olursa olsun, sıfır mesabesindedir. Farz edelim ki gayelerinin son noktasına vardılar; orada kül olup kavrulmaktan başka onları bekleyen ne vardır? Uzunluk-kısalık görecelidir. Hayır, hangisindedir bilemeyiz ki! Gece ışıklarının kaynağı olan lâmbaların çevresinde pervane olup dönen kelebeklerin sonu nice olur? Gayesine varıp muradına eren bir çok insanı bekleyen de budur; kavrulup kül olmak.

İnsanoğlunun dünyadaki başarısı ve başarısızlığı da böylesine görecelidir. Netice olarak; hepimiz ayların, güneşlerin, böceklerin ve insanların da Rabbi olan yüce Mevlâ’nın kullarıyız. Evet, sadece kulları. Mevlâ’nın yüceliği yanında, böcekle insan arasındaki fark da görecelidir. Kendimizi böcek yerine koyarak, fazla da küçültmüş olmayız hani, demek istiyorum. Süleyman ile, O’nun bastonunu O farkında olmadan kemiren kurtçuk arasında kulluk açısından ne fark vardır? İnsan en uzak gayesine varsa, muhtemelen bir Firavun, bir Nemrut veya bir Şeddad olur. Netice? O kelebekler gibi yanmak değil mi? Kârun olsak ne yazar, “Güneşime gelme, başka ihsan istemem” diyen Diyojen olsak ne yazar? Dostum! “Şu niçin böyle oldu” diye kendini üzüp hırpalama. Hiçbir şey sebepsiz değildir. Rabbim’in bir hikmeti vardır da O’nun için o öyle olmuştur.Müsterih ve mütevekkil ol. Sevgi, selâm ve dualarımla.

2 Ağustos 2012 Zihnimizi, ruhî melekelerimizi bir nokta üzerine toplayamazsak, çevremizde olup bitenleri anlayamayızda, anlatamayız da, yorumlayamayız da. Bir konu üzerinde yoğunlaşamayan insanların zeki olmaları, kendilerine değil, belki başkalarına fayda sağlar. O başkaları da daha az zeki bileolsalar, zihnî melekelerini gerekli konular üzerinde toparlayabilenlerdir. Bunlar organizasyon yapabilir; ama diğerleri bundan mahrumdur. Daha zekî olmalarına rağmen iş başaranların çevresinde sadece birer objedirler. Biri emreder, diğeri ise emir almaya programlanmıştır. Demek ki zekî olmak, zekâyı geliştirmek yetmiyor;sorumluluk almayı, gerekli konular üzerine yoğunlaşmayı öğrenmek/ öğretmek de gerekiyor. Hem de evleviyetle. Düşünceyi odaklamak, onu yoğunlaştırmak çocukluktakazanılan bir ayrıcalıktır. Çocuklarımıza sorumluluklar yükleyerek, onları problemler çözmeye yöneltebiliriz. Bir bilgisayar
gibi onları programlayabiliriz. Sadece matematikle ilgili değil, hayatın bütünü ile ilgili problemlerdir bunlar. Peygamberlerin hepsi koyun çobanlığı yapmıştır. Hem de çocukluk ve gençlik çağlarında. Hepsinin bir inziva dönemi vardır; bir köşeye, yalnızlığa çekilerek zihnî yoğunluklarını geliştirmişlerdir. Uzuncabir dönem münzevî yaşamak, çobanlık yapmak, onlardaki srumluluk duygusunu geliştirmiş, istedikleri konulara yoğunlaşmayı onlara öğretmiştir. Hz. Peygamber’in küçük yaşta ticarete başlayıp ortaklıklar yürüttüğü de düşündürücüdür. Bütün peygamberler, Allah’ın gözetimi altında özel ve ilâhî programlarla yetiştirilmişlerdir. Ramazan ayında bu konulara yoğunlaşalım. Kur’ân okurken, O’nun meâlini de okumayı ihmâl etmeyelim. O’na yoğunlaşalım. Kur’ân’ın şu sorusuna cevap arayalım: Nereye gidiyorsunuz? Şunu da kendimize soralım: Nereden geliyoruz ve niçin? Şimdi ne yapıyoruz? Birbirimize bu soruları sorarak düşündürmeye çalışalım. Ne kadar yol aldık? Önümüzde ne kadar yolumuz kaldı? Cumanız mübarekolsun. Hayırlı çalışmalar. Selâmlar ve dualar.. Naim

7 Ağustos 2012 Dağılıyor muyuz? Batı’da, gelişmiş bütün ülkeler en geniş çapta toparlanmaya, komşu ülkelerle birlikler oluşturmaya gidiyor. Toparlanamıyorsa kol-kanat atıp birbiri ile bütünlükler, lokal birlikler oluşturmaya yoğunlaşıyor, sınırları açıp serbest geçiş sağlıyor. Bizim Kapitülasyonlar gibi. Böylece, ekonomik ve sosyal bazda, yönetimde, geleceğin her alanda gerçekleşecek birliklerinin temellerini atıyor; çayırdaki pehlivanlar gibi birbirine peşrevler çekiyor. Tam bir bütünlüğün olurlarını, olmazlarını tespit edip, sonra da olurlar üzerinde yoğunlaşmaya çalışıyor. Avrupa ülkelerinin vatandaşları, kıt’ayı boydan boya vizesiz, pasaportsuz geçebiliyor. Aralarında ortaya çıkan ekonomik güç farklılıklarını çok büyük bedeller ödeyerek telâfî ettiklerini ibretle ve hayranlıkla seyrediyoruz. Onlara bunu yaptıran, korku ve geçmişlerinden aldıkları derslerdir.Biliyorlar ki, birleşemezlerse yok olacaklar. Bunun için de her bedeli ödüyorlar. Yunanistan, Portekiz, İspanya ve yakında ortaya çıkacak İtalya örneğinde olduğu gibi. Bu ülkeleri ortakpara biriminde tutabilmek için ödenecek bedeller “akla zarar”
denecek boyutlardadır. Var olabilmenin pahası olmaz ki. Yahut yok olmaktan kurtulmanın bedeli.Batı’da, gelecek perspektifinde tek başına varlığını koruyabilecek hiçbir ülke yoktur. Onlar
Avrupa Birliği’ne âdetâ prangalarla mahkûmdur.

Kıt’ada milliyet âidiyyetinden ayrı, bir kıt’alılık âidiyeti duygusu besleniyor. Ebeveyninin elinde yürümeyi ve koşmayı öğrenen çocuklar gibi, bütün kıt’ayı kapsayacak imparatorluğun vatandaşları olmayı yavaş yavaş öğreniyorlar. Ekonomik çıkar, siyasi güç ve kazanılan nüfuz yoluyla yeni yayılım (belki de fetih ) alanları kazanıyorlar. Teknolojik kazanımlar zor da olsa küresel şirketler eliyle paylaşılıyor. Her ülke aldığı teknolojikbilgiler karşılığında kendi teknolojik varlıklarını ortaya koyuyor. Bu paylaşım, Avrupa’da teknolojik gelişim çıtasını hızla
yükseltiyor. Bu ve benzeri yollardan elde edilen sinerji, Batı
medeniyeti üzerinde çığma etkisi yapıyor. Birbirine açılan değerler, ortak ülkelerin ARGE’lerinin de havuzlanması yoluyla Batı ile Doğu arasındaki makas açığını daha da büyütecek gibi
duruyor. Pek âlâ da, bu durum karşısında Doğu ne yapıyor? Doğu ülkeleri birliğe gitmeden ayakta kalabilecekler mi? Doğu, karşı karşıya geldiği bu durumun farkında değilmiş
gibi, sarhoşlar misali hâlâ birbiri ile boğuşmaya devam ediyor. Oturup düşünecek zaman kimsede yok. Yaka-paça birbiri ile kavgadalar. Doğu ülkeleri kendi içlerinde kargaşada oldukları
gibi, birbirleri ile rekabeti de terk edememektedirler. Görünüşü kurtarmak için kurdukları bir takım birlikler hiçbir etkinlik gösteremiyor. Seçimle iş başına gelmesi gereken iktidarlar için
alt yapı sağlanmadıkça bu genel başıbozukluk devam edecektir.

Doğu’nun bugünkü durumu, ne İslâmî ne de insanîdir. Deve kuşu gibi, tüyleri hem de ütülenerek yolunuyor da, İslâm dünyasının, başını kumdan çıkarmaya niyet ettiği gözükmüyor. Suriye’de, Libya’da, Tunus ve Mısır’da, Yemen’de olduğu gibi Müslümanların Müslümanları öldürmelerini akıl, havsala almıyor; bir türlü kabul edemiyor. “Müslüman Müslümanın kardeşidir” öğretisi ile şu çirkin ve kahredici manzarayı uyuşturmak mümkün değil. “Gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın” Rabbânî fermanı sanki bize değil de Batı dünyasına gönderilmiş. Onlar bu emre itâat ediyor, bizse isyan ediyor ve İlâhî silleyi yiyoruz. Ebül- Beka el- Endülûsî’nin şu mısraları sanki bizi anlatıyor:
Vâveyl, bugün zülle düşen kavm-i azîze.
Birr kavm ki, mahvetti mezâyâsın tuğyan.
Dün her yere sultan iken onlar bugün eyvah,
Küfrellerinin hükmüne kulluk ile nâlân.
Şu günlerde İslâm ülkelerinin birbiri ile savaşmaya hazırlanmaları, şüphesiz bir düşman programıdır. Neticede Müslümanların ellerine geçecek hiçbir şey de yoktur. Kendileri ölecek ve kendilerini öldürecekler; ama neticede kâr ve zararın dağıtımını gene bizi savaştıranlar yapacaktır. Tabiî ki savaşanların çıkarına değil; bizi savaştıranların çıkarına yapılacaktır. Bu dağıtım.Her zaman olduğu gibi.Savaş bizim topraklarımızda bize yaptırılıyor, coğrafyamız yanıp yakılıyor, baştan başa bizim ellerimizle tahrip ettiriliyor, asırların kazanımı olan medeniyet ve kültür varlıklarımız kül oluyor; fakat ganimetleri bu savaşları programlayanlar paylaşıyor. Hemen Mehmet Akif ’in şu mısraları akla geliyor:
Ya Rab! Bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felâhı?
Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun;
‘Yandık’ diyoruz, boğmağa kan gönderiyorsun.
Şair, sanki İslâm dünyasının bugünü için yanıp tutuşuyor ve
ağlıyor. Biz ne acıdır ki, bu yüz kızartıcı durumu iki asırdır üstümüzden atamıyoruz. Ah silkinip şöyle bir kendimize gelebilsek! Neyse ki yeni bir nesil hepimize ümit vererek geliyor.
İnşaallah bundan sonra ağlayan biz olmayacağız. Ramazan
hürmetine Rabbimizden bunu istiyoruz ve bekliyoruz.
Dostlarımızın Kadir Gecesi’ni ve Ramazan Bayramı’nı tebrik
ediyor, herkese sağlık ve mutluluklar diliyoruz. Selam ve dualar. Naim Karaman

Scroll to Top