Allah’ın Rasûlü, Sattı ve Satın Aldı

Allah’ın Rasûlü, sattı ve satın aldı. Gündelikle çalıştı ve çalıştırdı. Ortak oldu, vekil oldu, vekil tuttu. Hediye aldı, hediye etti. Bağışladı, borç aldı ve borç verdi. Vakfetti, şefaat etti ve şefaati kimi kabul edildi, kimi de reddedildi. Mizah ve latife yaptı ama,
Hak’tan başka hiçbir sözde bulunmadı. Peygamberden daha zahit ve dindar kesilerek, tembellik ve miskinliğimizi bu sahte dindarlığın arkasına saklamak en büyük cinâyetlerden biridir. Bu ölümdür, helâk sebebidir. İlim talep etmek nasıl farz ise,
her mü’min erkek ve kadın için kazançla iştigal etmek de aynı şekilde farzdır. Yaşama mecburiyeti bunu gerektiriyor. Ancak bunun helal yoldan elde edilmesi lazımdır. (Sh: 189)
Dağları-Ovaları Aşmadan
Dağları-ovaları aşmadan, yorulup terlemeden, rızık için sebeplere başvurmadan, yol kenarındaki bir taş gibi oturup rızık beklemek insanca bir tavır değildir. Hele Müslümanca hiç değildir. Allah (cc)in sevgili elçisinin, rızık için şu bizim bildiğimiz bütün kazanç yollarına nasıl başvurduğunu gördük. O, ticaretten çobanlığa kadar yollarını denemiştir. Parası olmadığı zaman borçlanmaktan kaçınmamış, gerek kendisinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını, gerekse başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için borçla alışveriş yapmıştır. Her meslek sahibi, onun hayatına baktığı zaman kendisi için bir örnek bulabilir.

Erken Kalkmak
Efendimiz (s), bir seriye veya ordu çıkaracağı zaman günün en erken saatlerinde gönderirdi. Erken kalkmadan, önden gitmeden olmaz. Önce herkes uykuda iken, o ve ordusu uyanıktı. O, ümmetinin erken kalkanlarına dua ederdi ki, Allah onları bereketli kılsın. “Allah’ım! Erken kalkmalarını ümmetime mübarek eyle, bereketli kıl.” Hayatın bütün alanlarında kaide odur ki, baskın basanındır. Dedelerimizden bir hadis gibi dillerinden düşürmedikleri bir söz vardır: “İşleri, caka-cuka bırakanlar helâk olmuşlardır.” Geç kalanlar hep zarar etmişlerdir. Bugünkü işini yarına bırakanlar, törelerimizde de zemmedilmişlerdir. (Sh: 190)
Abdurrahman İbn-i Avf (ra)
Bize örnek olan Ashab-ı Kiram, denizde ve karada ticaretle meşgul olmuşlar, hurma bahçelerinde çalışıp ziraat ve hayvancılıkla uğraşmışlardır. Onların içinde, meşakkatsiz, yorulmadan oturup rızık bekleyen hiç kimse olmamıştır. Çin, Hint, Türk, Rûm ve öteki acem diyarlarına mallarını götürüp satmışlar, oralardan mal alıp kendi ülkelerinin ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Abdurrahman ibni Avf (ra) bir muhacir olarak Medine’ye gelir gelmez ilk sorduğu şey, “Burada ticaret yapılan bir çarşı pazar yok mu?” olmuştur. Kendisi, Kaynukaoğulları yurdunda ticarete başlayarak çok kısa zamanda servet sahibi olmuş, Medine’nin en büyük zenginlerinden biri haline gelmiştir. Yedi yüz develik kervanlarla ülkelerarası ticaret yaptığını, Allah (cc) yolunda en büyük bağışlarda bulunan ashab sırasına girdiğini görüyoruz. Kişiyi böyle tarif etmek, o şerefli devrin bir töresidir. Çünkü onlar hayır işlerinde sürekli yarış içindeydiler. Bu, onlara Kur’ân’ın vurduğu bir üstünlük damgasıdır:
“İşte onlar, hayır işlerine koşuşurlar.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3/114) (Sh: 192)

Bir Hadis, bir Âyet
Bir gün kendisinden soruluyor: “Ya Rasûlullah! Hangi kazanç daha faziletlidir?” Cevap veriyor: “Kişinin eli ile yaptığı iş ve dürüst olarak yapılan her alış-verişle kazanılan.” (Ahmed bin Hanbel, 3/466)
Allah buyurur: “Ey imân edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak sizin için yerden çıkardıklarımızdan hayra harcayın…” (Bakara Sûresi: 2/267) …Kazanç sağlamak, ilim aramanın farz olduğu gibi farzdır. Bu farzın miktarı da, kendisine yetecek, çoluk çocuğuna yetecek, dinin hükümlerini yerine getirmeye yetecek kadar, diye tarif edilmiştir. Bu tarif, kazanca hiçbir limit getirmemektedir Şanla şerefle ayakta kalabilmek ne kadar kazanmayı gerektiriyorsa, diye biz bir izah getiriyoruz. Takdir edersiniz ki, buna asgarî bir hudut konabilirse de azamı bir hudut çizmek mümkün değildir. (Sh: 196)
Tuz gölünde Ceylan Olmak
Gündelik hayat mücadelesinde teşebbüs gücünü kaybeden kişinin veya cemaatin, genel yönetimde öne geçmesi akıl dışıdır. Diri kalması da. Kanun bu olmasaydı hicret emri olur muydu? Hicretin farz kılınmasındaki hikmet, Müslümanların slâm’a yabancı bir ortamda entegre olup kültür erozyonuna uğramalarını, böylece eriyip gitmelerini önlemektir. Koca bir ceylanı tuz gölüne bıraksanız ne olur? Tuz, değil mi? İşte İslâm
Cemaat’inden olmayan çevrelerde kalmış olan Müslüman’ın geleceği de budur: Tuz gölündeki ceylan olmak. Bulunduğu ortama hâkim olma tabiatında olması gereken Müslüman’ın modeli Hz. Rasûlullah’tır. O, Medine’ye hicret etti. Fakat bir yabancı gibi kenarda oturmadı. Eğer bütün arzusu ibâdet etmek olsaydı, Mekke’de insanlar onu hiç rahatsız etmezledi. Hatta rahatça ibâdet etmesi için ona yardım bile ederlerdi. Ama onlar harp ettiler. O’nu öldürmek ve yok etmek istediler. Çünkü O (as), onların dünyasını da, ekonomisini de, aile ve eğitim hayatını da, ülke yönetimini de yeniden düzene sokmak istiyordu. Başka türlü, insanların İslâm’ı yaşamalarını nasıl sağlayabilirdi? İnkâr ile imânın çatışmaya başladığı nokta işte burasıdır. Putlar
hakkında düşündüklerini söylemeksizin onların önünde eğilip durmaktan insanlar nasıl alıkoyabilirdi? Bu tavrını takınıncaya kadar Mekkeliler O’ndan rahatsız olmamışlardı. Halbuki bugün en dindar Müslümanlar, her alanda atıl ve teşebbüsten
uzak kalarak ezikliğe teslim oldular.

İbâdet etmeyenleri ise, sadece dinin lafını eder oldular. İbâdet edenler, keşişler gibi dünyayı terk ederek köşelerine çekildiler ve sadece kendilerini ibâdete verdiler. İstisnalar da bulunmakla beraber, iklimin geneline hâkim olan fon bu idi. Dünyanın her türlü işlerinde Allah (cc)’dan başkalarına itâat ettiler. Onların, Allah’ın fermanına uygun olmayan emirlerine de kulluk ettiler. Hayatın düğüm noktalarını, yayıncılığı, eğitimi, sanayi ve ticaret ile her türlü banka ve sigorta hizmetlerini başkalarına
bıraktılar. Bu bir köşeye çekilme miskinliğinin adına da zühd adını verdiler. Bir daha da o köşeden hiç çıkamadılar. (Sh: 197)
Rekabet Savaşı
Çağımızın en kanlı savaşları iş hayatında süregiden rekabet meydanında oluyor. Bir çoklarımız, belki farkında değiliz ama iki dünya harbinin de temelinde bu rekabet vardır. Kitaplarda okuyup durduğumuz savaş sebepleri tamamıyla sentetik ve
ısmarlamadır. Onlar genellikle savaşlara sonradan uydurulup biçilmiş kaftanlardır. Eğer İslâm dünyası ve özellikle yeni nesiller, bu savaştan habersiz kalırsa kim vurduya gideriz. Biz bu savaşı hem tanımak, hem de katılmak ve kazanmak zorundayız. İşte bu yol, Efendimiz(as)’in yoludur. Onlar Medine’ye teşrif ettikleri zaman bu savaşı diğerinden ayırmadılar ve Medine ekonomisinin dizginlerini topladılar. Arap Yarımadası’nın her tarafındaki düşkün ve yoksullara, yalnız Medine’nin yardımı
gidiyordu. Efendimizin, ticaretle meşgul olduğunu ve işi ne derece iyi bildiğini gördük. Dört halifenin tamamı da ticaret yapıyor, geçimlerini onunla sağlıyorlardı.

Hz. Peygamber, tüccar bir aileden geliyordu. Ticaretten başka hiçbir işin, insanı ayakta tutamayacağı Mekke gibi bir beldenin halkı içinden peygamber olarak seçilip çıkarılmıştı. Kureyş Kabilesi’nin tamamı tüccar idi. Bu kabile Arap Yarımadası’ndaki üstünlüğünü biraz da bölgenin ticaretine hâkim olmasına ve münhasıran ticaretle geçinmesine borçluydu. Hz. Peygamber‘in dedeleri ve amcaları, babası, hatta eşi
Hatice (ra) anamız hep tüccar idiler. Yani şöyle desek, sanırım hata etmiş olmayız: “Bizim Peygamberimiz, hem tüccar, hem de tüccaroğlu tüccar bir peygamberdir” (Sh: 203)
Ha Var Ha Yok
Bir çok İslâm ülkesinde, samimi Müslümanlara esir gibi, kamplarda sürgün hayatı yaşatıyorlar. Bu zulme karşı Müslümanlardan hiç kimsenin sesi çıkmıyor. Bu yüzdendir
ki, dünya platformlarında Müslümanların iradeleri geçerli değil. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesi, İslâm Cemaati’ni oldukça hırpalamış gözüküyor. Yani dokunmayan olarak kabul ettikleri yılan, bu cemaate hayli dokunmuş.
Müslümanların ülkeleri veya devletleri de “Din kardeşliği esasına dayalı ve katılmak zorunda oldukları cemaat ruhunu” red veya terk etmişlerdir. Bunun doğal neticesi olarak rüzgarları kaybolmuş, dalları ve yaprakları bile sallayamaz olmuşlardır.
Ha var ha yok misali. Bu konuda Kur’ân’da kendilerini ciddi şekilde uyardığı halde: “Allah’a ve Rasûlü’ne itâat edin. Birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da rüzgarınız (devletiniz kaybolur) gider” (8/46)(Sh: 206)

Kulları, Kulların Kulluğundan Kurtarmak
Kadisiye önlerinde, İslâm ordularının kumandanı olan Sa’d bin ebî Vakkas (ra), Amr oğlu Rebî’i Fars orduları kumandanı Rüstem’in talebi üzerine barış görüşmeleri için göndermişti. Ebü’l Hasan Ali Nedevî’nin kaleminden olayı izliyoruz: “Rebî bin Amr, Rüstem’in otağına girdiği zaman onun, tacından başka birçok değerli elbise giyinmiş, otağı ipek halılarla döşenmiş, otağın çevresi kıymetli yastıklarla çevrilmiş olduğu halde altın taht üzerinde oturduğunu görür. Rebî ise oldukça kalın elbisesi, kalkanı ve kısa boylu atıyla döşemeyi tepeleyerek atından iner ve atını kıymetli yastıklardan birine bağlayıp silahıyla,
zırh ve miğferiyle huzura girmek ister. Bunu gören muhafızlar: “-Silahını bırak,” derler. Rebî: “-Ben kendiliğimden değil ancak sizin davetiniz üzerine geldim. Eğer bu vaziyetimle huzura girmeme müsaade ederseniz girerim. Aksi takdirde geri dönerim,” der. Bunu gören Rüstem: “-İzin verin gelsin,” diye emir verir. Rebî içeri girerek mızrağıyla dayana dayana yastıkların üzerinde yürür ve bütün yastıkları deler. Bunun üzerine oradakiler Rebî’i: “-Sen ne oluyorsun?” Diye muaheze ederler.
Rebî bunlara cevaben: “Allah bizi, isteyenleri, kulların kulluğundan çıkarıp Allah’ın kulluğuna, dünyanın sıkıntısından çıkarıp refah ve saadetine, dinlerin eziyetinden İslâmiyet’in adâletine teslim etmek için göndermiştir” dedi” (Sh: 212)
Maden Kaynakları
Maden kaynaklarımız, dünya sanayinin, yokluğuna dayanamayacağı önemdedir. Şu anda hemen aklıma geliveren, Mağrip ve Ürdün’deki fosfat yatakları ile Türkiye’deki bor mineralleri çarpıcı örneklerdir. Ne var ki, bu kaynaklar akılcı bir işletmeyle
yönetilmiyor. Dünya bor rezervlerinin %66’sı Türkiye’de olduğu halde bu malın uluslararası fiyatını İngiliz, Amerikan şirketleri tayin etmektedir. Piyasası da Roterdam’dadır. Görülüyor ki İslâm dünyası, üzerinde oturduğu ve sahip olduğu hazinelerden habersiz, uyuyan bir deve benziyor. (Sh: 231)
Şişman Kediler
Bir yanda yıllık gelir ortalaması 30-40 bin dolar olan insanların yaşadığı ülkeler, öbür yanda elli veya yüz dolarla bir sene yaşamaya mahkûm prangalı köleler kalabalığı. Bu prangalı kalabalıkların gelir payları yıllar geçtikçe artmıyor; sürekli azalıyor ve fakirlik ve veba gibi insanları ve onların manevi değerlerini çürütüyor. Servet, prangalı kölelerin cebinden adeta Karunlar diyarı zengin ülkelere doğru akıyor. Geri bırakılmış ülke, insanlarının kepekli, irmikli ekmeğinden her gün bir dilim daha o tarafa uçup gidiyor. Aşırıyorlar onu. Faiz düzeni, bu sebeple insanlığın en korkunç düşmanı olarak gözüküyor. Şu satırları yazarken öğreniyorum ki, Bulgaristan’da normal bir memurun
aylık ücreti dört dolardır. 1993’te gittiğim Azerbaycan’da yüksek tahsilli devlet memurlarının altı dolar maaş aldıklarını öğrendiğim zaman tüylerim ürpermişti. Bugün Özbekistanlı bir matematik profesörü ile tanıştım. Ülkesinde kendisine verdikleri aylık ücret 14 dolarmış(!). Türkiye ise faiz borçları yüzünden yatırım yapamaz duruma düşmüştür…. (Sh: 237)
Kuveyt’in Paraları
…Son körfez savaşı sırasında Kuveyt’in Batı bankalarında yatan parası, hatırımda kaldığına göre 232 milyar dolardı. Bu para İslâm dünyasına değil, Batılıların üretim çarklarına hizmet ediyordu. Yani İslâm parası değil, Hristiyan parası olarak aktivite gösteriyordu. Hatta son tahlilde “Yahudi parası olarak görev yapıyordu” da diyebiliriz. İste İslâm dünyasına, böyle sorumsuz, hesapsız, kör ve topal yaşayanlar hâkim. Tabii ki bu paraya, Batılı kundakçılar savaşla beraber el koydular. Her zaman olduğu gibi. Gelin görün ki bu para, yatırım olarak İslâm ülkelerine yönlendirilseydi, çok iyi hazırlanmış fizibilitelerin ışığı altında bütün İslâm ülkelerinin, tarihin hiçbir devrinde kaydetme dikleri bir kalkınma seviyesine ulaşmalarını sağlayabilirdi. Birçok İslâm ülkesi bir çırpıda, Batı ülkeleri seviyesini yakalayabilirdi. Fakat bizim dünyamızda, Allah(cc)’ın lütfu olan hazineler hiçbir sorumluluk hissetmeyen işte öylesine beyinsizlerin elinde bulunuyor…. (Sh: 240)

Gerçek Çevreci Kur’ân’dır
Çevreyi oluşturan toprak, hava, su, otlar, ağaçlar ve hayvanlardır. Bunlar, çevreyi temizleyen sadık işçiler, yardımcılardır. İnsan bunlarla bütünleştiği zaman güzeldir. Hayatı güzelleştiren de bütünlüktür. Kur’ân, hayatın bütününe bu çerçeveden
bakar ve bizlere gösterir:
“Bitkiler ve ağaçlar secde ederler. Göğü Allah (cc) yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın. Ölçüyü adâletle tutun ve eksik tartmayın. Allah(cc), yeri canlılar için yaratmıştır. Orada meyveler ve salkımlı hurma
ağaçları vardır. Yapraklı taneler ve hoş kokulu bitkiler vardır” (Rahmân Sûresi: 55/6-12)

Bizim kültürümüzün, medeniyetimizin çevreye bakışı işte budur: Cemaat kültürü, kendimiz ile başkalarını da düşünmemizi gerektirir. Bu kültür ileri dereceye vardığı zaman, başkalarını kendimize tercih etmeyi zaruri kılar. Kirlenmeksizin yaşayacak
olan çevre, işte bu cemaate vatan, şehir ve köy olan çevredir, coğrafyadır. Terazinin dengesi ile çevremizdeki yaratılış dengesini yan yana getiren Kur’ân’dan alacağımız, öğreneceğimiz çok şeyler vardır. Kur’ân’ın çevresi, Rahmân Sûresi’nde resimlenen çevredir. Bizim coğrafyamızın ikliminde bakın ne hayır rüzgarları eser, Peygamber (as) buyurur: “İyiliğin hepsi sadakadır. Din kardeşinin yüzüne tebessüm etmen sadakadır.
İyiliği emredip kötülükten alıkoyman senin için sadakadır. Sapıklar beldesinde insanları doğru yola çağırman senin için sadakadır. Sana eza veren taşı, dikeni, kemiği yoldan kaldırıp atman senin için sadakadır. Senin kovandan kardeşinin kovasına (ne varsa) boşaltman senin için sadakadır” (Büluğu’l-Meram, Ahmed Davudoğlu, 4/352)

Medeniyetimiz, sevdiklerine hediye etmek üzere koparmaya el uzattığı çiçekleri, Allah(cc)’ı zikrediyorlar diye koparamayan velilerin öncülüğünde kurulmuştur. Çiçeği, kokusu ve rengi ile temaşa edip orada kalmayan, onun zikir ve tesbih ile çevreye hayat saçtığını seyir ve temaşa eden bir irfan ve onun yüce medeniyeti. İşte bu medeniyetin mimarlarına İslâm Cemaati diyoruz (Sh: 291)

Türkiye’de Nüfus Planlaması
…Türkiye’de nüfus planlamasının yapıldığı 1965 yılından bugüne kadar, doğumu önleyici olarak kullanılan ilaç ve araçlar, uluslararası kuruluşlar tarafından ücretsiz olarak temin edilmiştir. Sağlık Bakanlığı’na yapılan bu yardımlar yanında, Türkiye Aile Sağlığı Planlaması Vakfı’na, Amerika Johns Hopkins Üniversitesi tarafından 265 bin dolar yardım yapılmıştır. Aynı vakfa ilaç ve araç yardımı yine yurt dışından ücretsiz olarak gelmektedir. Bu yardımlar o kadar ileri gitmiştir ki, Erzurum depremine gönderilen yardımlar içinde büyük miktarda doğum kontrol hapları çıkmıştır. ABD öncülüğünde, Batı’nın Türkiye’deki nüfus planlaması uygulamasına destek vermesi manidardır. Bilindiği gibi, Hacettepe Üniversitesi bünyesinde kurulan, Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün kuruluş masraflarını ve personel ihtiyaçlarını da Amerika karşılamıştır. Aynı ülke, 1986 yılında kurulan Türkiye Aile Planlaması Vakfı’nın kurulmasını teşvik etmiştir. Daha önce denildiği gibi, “ABD’de Birinci Uluslar arası Nüfus Politikası Raporu”nda Türkiye, nüfusu artmaması gereken 13 ülkeden biri olarak gösterilmek tedir. Sebebi de nüfus artarsa askeri ve ekonomik güç olacağı korkusudur. Amerikan ve Türk aydınlarının nüfusu azaltma çabaları netice vermiş, ABD’de bulunan Nüfus Enstitüsü Başkanı, Türkiye’yi “En İyi Nüfus Planlaması Tanıtan Ülke” ilan etmiştir.

İçimizdeki Yabancılar
Biz burada nüfus planlamasının caiz olup olmadığını tartışmaya alıyor değiliz. Bizim dikkatleri çekmek istediğimiz nokta nüfusumuzun yabancılarca planlanması, doğumlarımızın bile onlar tarafından kontrol ediliyor olmasıdır. Bu yapılırken, ülkemizin çıkarları değil, çevremizde bizi kuşatan düşmanlarımızın çıkarları gözetiliyor. Amerika ile Avrupa’nın makro çapta sömürü çarklarına alet ediliyoruz. Türkiye’de doğum kontrolü, halen bizim çevremizin gerektirdiği şartlara göre
yapılmıyor. Amerika’nın, İslâm dünyasının bağrına sapladığı İsrail’in, ermeni ve Rûm menfaatlerinin gereklerine göre yapılıyor. Önceki paragrafın son cümlesini bir daha okursanız orada göreceksiniz ki, yabancı kültürlerle yetişmiş Türk aydını Amerikan kovboylarının, eline tutuşturduğu silahlarla kendi ülkesinin nüfusuna saldırmaktadır. Batı ile tam bir ittifak içinde ve aynı siperlere yatmış olarak Türk nüfusuna ateş etmektedir.
Geri kalmış ülkelerde, bir takım nev-zuhur aileler ve onların kurdukları dış uzantılı vakıf ve dernekler, bu yabancı çetelerin ırgatlığını ve hamallığını yapıyorlar. Bu, bütün dünyada güdülen bir kirli politikadır. Hani açlıktan ölmek üzere olan Afrika’lının önünde yiyecekleri dayıyorlar da, soruyorlar ya: “Seni önce vaftiz yapalım mı?” Afrikalı asırlardır öğrenmiş dersini “Evet!” diyor. “Hayır!” dese açlıktan öldürecekler. “Evet!” demesine diyor ama bu vicdansızlık, onun daha sonra her şeyi yüzüstü bırakıp Müslüman olmasına sebep oluyor. Düne kadar orada sadece her dört kişiden üçü Müslüman olmuş bulunuyor. Afrika’da hala yaşamakta olan ilkel dinlerden ve Hristiyanlıktan dönüp din değiştirenlerin 5de 4ü Müslüman oluyor. O seçkin ve Batı’nın ırgatlığını yapan aile ve vakıfların bütün yıkıcı gayretlerine rağmen. Bunlar, Hahambaşı ile Fener’deki Rûm Patriği’nin elini açıktan öpecek kadar patavatsız ve milletimizi umursamaz davranıyorlar. Fakat aynı tipler, Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanı’nı adam yerine bile koymaz, burun kıvırırlar. Müslümanların otoriter ve bağımsız bir dini lidere sahip olmasını da asla istemezler. Tıpkı Ermeniler, Rûmlar, Yahudiler gibi. (Sh: 312)
Fetret Dönemi ve Aydın Hoyratlığı
Bir fetret devri geçirdik. Din görevlileri yetersiz bırakıldı. Hizmetten men edildi. Yetiştiği ocaklar, mektepler kapatıldı. Zayıf bir lokma ekmeğe muhtaç hale düşürüldü. Kendisine düşen nöbet yerini tutamadı. Çağdaş düşünce, ortalığa “Aydın namı ile muğlak ve muhayyel bir acûbeyi saldı. O, halka ve gençliğe inkâr sütünü sunuyordu. Okullarımızda çocuklarınıza diyordu ki: “Madem ki (Allah vardır) diyorsunuz; isteyin
bakalım da sesinizi duysun; size şeker versin” Tabiî, sonra da kendisinden istemelerini sağlıyor ve onlara önceden hazırladığı şekerleri cebinden çıkararak veriyordu. O küçücük beyinlere, pozitivist düşüncenin zayıf karnını kullanarak saldırıyordu. Onları, önceden pozitivist yaparak buna hazırlıyor, sonra da çakallar gibi saldırarak en güzel uzuvlarını yiyor, yiyor ve yağmalıyordu. Bu alçakça cinâyet, önceden hazırlıklı olarak ve
bilerek işleniyordu. 0, milletin dinine harp açmış bir halk düşmanı idi. Bu sefil yaratık, din düşmanlığı alanında Rusya’daki
komünist yönetime taş çıkarıyordu. Bu gün dağlarda kesip biçmek zorunda kaldığımız genç nesiller, işte o zamanki komünist ırgatların ektiği mahsullerin beklenen ürünleridir.
Taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakırlar ya. İşte o oyun burada oynandı. Hiç kimse bunlara ihanetlerinin hesabını sormuyor, üstelik terfileri

Scroll to Top