Allah’ın Hükmünü Söylemek


Bilindiği gibi Ebû Talip ölünce Hâşimoğullarının reisliğine Ebû Leheb getirildi. Bu ölüm olayı, bir süre için Ebû Leheb’in Hz. Peygamber(as)e olan kinini sanki yok etmişti. Bütün düşmanlarına karşı O’nu korumayı şiddetle üstlendi. Bununla beraber, O’nun getirdiği din hakkındaki düşüncelerinin değişmediğini, fakat kabilenin başında olmasının O’nu korumasını gerektirdiğini çevreye duyurdu. Bu durum uzun süre devam edemedi.
Çünkü kurt politikacı Ebû Cehil bundan rahatsız olmuştu. Ebû Leheb’e yaklaşarak Peygamber(as)’den kendi ecdadının ahirette ne olacağını sormasını telkin etti. O da sordu. Cevap belli ve değişmeyen bir gerçekti: “Putperestler ve çok tanrıcılar cehenneme gideceklerdir!”(M. Hamdullah, İslâm peygamberi 1/113)
Hz. Peygamber gerçeği eğip bükmedi. Zarardan korunmak için hak üzerinde yorum yapmaya da tevessül etmedi. Soran kim olursa olsun, sorulan hakkında Allah(cc)’ın hükmünü söyledi. Çünkü din Allah (cc)’ındı. Din üzerinde politik konuşmalar yapmak, bazı faydalar sağlamak için hoşgörülü davranmak caiz olsaydı, gerçeği biraz eğip büküverirdi. Böylece Ebû Leheb’in sağladığı korumadan faydalanmaya devam ederdi.
Bunu asla yapmadı; tam bir taassupla sadece gerçeği söyledi. Neye mal olursa olsun. Çünkü Hak batıla sığınamazdı. O’nun koruyucusu Allah’tı (Mâide: 5/67). Bunun üzerine Ebû Leheb onu yeniden terk etti.
Öte yandan nefsaniyet, yanlış ve batıl görenekler, kavmiyet, kan gütme ve intikam davaları ile partizanlık… vb gibi, dibi kökü olmayan şeyler üzerindeki taassup, kabul etmek gerekirki yıkıcıdır. Hem dünya hem de ahirette zarar ziyan sebebidir.
Kötülenmesi gereken asıl taassup işte bunlar ve benzerleridir. Hak’ta taassup övülmeye, batılda taassup sövülmeye değer şeylerdir. Ne çare ki, çağımızın insanı gırtlağına kadar bu sövülmeye değer pisliklere battığı halde, hak üzerinde gösterilen taassubu kötülemekle meşguldür. Fanatik dincilik veya kökten dincilik diye dünya kamuoyunda sürekli karalanan taassup, bence en asil duygudur. Gerçek imânın en sağlam belirtisidir.
Peygamberlerin davranış biçiminin ta kendisidir.
Bir an, hayalimi Asya bozkırlarının kahraman çocukları olan Türk boylarına, oralardaki hanlıklara, sultanlıklara, beyliklere doğru uzatıyorum. Bu yağız çehreli yenilmez Türk boylarının, Ruslar ve Çinliler tarafından nasıl teker teker avlandıklarını
düşünüyorum. Ah! Diyorum masamın başında, ah! Ne olurdu, onlar da yeteri kadar mutaassıp olsalardı da hoşgörü pisliğine bulaşıp düşmanlarıyla anlaşarak, köklerine kibrit suyu dökülmesine seyirci kalmasalardı.
Onlar kendi ayaklarıyla av sahasına teker teker düştüler. Öteki kardeş Türk boyları, taassup göstererek av alanına düşen soydaşlarının yardımına koşacaklarına, bu avı seyrettiler. Hoşgörü örnekleri sundular. Düşmana hulûs çakıp zaman zaman onunla işbirliği bile yaptılar. Kimi, ekonomik bir menfaatini korumak, kimi, ortak hudut boyundaki bir bölgeyi, düşmana göz yummak ve soydaşını satmak karşılığında bu yağmadan pay olarak almak, kimi de, düşmanın insafına sığınmak ümidiyle
soydaşlarından uzak, düşmana yakın bir tavır aldılar. Hoşgörü gösterdiler. Kendilerine inanan insanları oyaladılar. Düşmanı hoş gösterdiler. Soydaş ve dindaşlarını suçlayarak ihanetlerini mazur göstermeye çalıştılar. ve böylece bu alçak gavur sürülerine karşı koyma konusunda halkı dizginleyip yumuşattılar. Tembelleştirip pelteleştirdiler. Onlara en yanlış hoşgörüyü aşıladılar.
Onlarda doğuştan var olan, yabancılara karşı direnme gücünü ve reaksiyon gösterme reflekslerini yok ettiler. Bu cemaatlerin liderleri, kendilerine inanan bu zavallı insanları, adeta ellerini ayaklarını bağlayarak Moskof gavuruna teslim ettiler. Din, imân ve hizmet adına bu mü’min insanların ruhlarını çürüttüler. Onları aymazlık karanlıklarına attılar. Akıllarını yordular. Kalplerini hurdahaş ettiler.
Düşman da onlara hoşgörü ile yaklaştı, hoşgörü ile karşılık verdi. Yardım etti, anlayış ve yakınlık gösterdi. Bu yardım ve hoşgörü, av sahasında yakaladığı avını kotarıncaya kadar devam etti. Fakat av tamamlandığı zaman, bu hoşgörü tellalları gördüler ki, asıl av alanına düşen kendileriymiş. Çok yanıp yakıldılar, ağladılar, sızladılar ama ne Moskof ’a, ne de Çin sürülerine kâr etti. Bu aymazlığın karanlık ormanlarında, hepsi de birer birer avlandılar. Toza toprağa karışıp gittiler.
Bugün o bozkırlarda ne hanlar kaldı, ne sultanlar, beyler ve aktolgalı atlılar, tuğlar, gök bayraklar… Yüz binlik ordularını çekip Çin boylarına sürmüş kara yağız Türkistan soylularının yerlerinde şimdi yeller esiyor. Bir zaman Moskova’yı basıp almış Tatar Türklerine bakıyorum. O ünlü Abrat Caddesi’nde onlardan bir eser kalmış mı diye arıyorum. Heyhat! Tuna boylarında, bir gurur uğruna Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı
yalnızlığa terk edip meydanı Jan Sobiyeski’ye bırakan Kırım Han’ını karşımda buluyorum. “Ey kulların üzerine çöken hasret…”(Yâsîn Sûresi: 36/30) âyetini okuyarak ağlıyordu. Siyüm Bike’nin Kazan’dan yükselen feryadını dinliyorum. Kanuni’nin
orduları Mehter Marşı’nı çalarak Batı’da dört nala ilerlerken, Doğu dünyasının ilim merkezlerinden Kazan kül-kömür olmuş yanıyordu. Kaban Gölü’nün sularına gümüş rengini katmış Siyum Bike’nin gözyaşlarını seyrediyorum. ve Kazan soylularının yakıp yıkılan saraylarından yükselen iniltilerini adeta yangın dumanlarına karışmış olarak görüyor duyuyorum.
Veyl bütün bu kıyâmetlerden ibret almayan aymazlara. Veyl bize uzak durup ele yakın duran Tatar beylerine. Veyl Müslüman kardeşlerine anlayış göstermek yerine, onların can düşmanlarına cömertçe rüşvet-i kelam ve selam dağıtarak, cemaatin yüreklerini dağlayanlara. ve kendilerinde bir varlık vahmedip, kesimhaneye götürülürken yolların iki yanındaki otları iştiha ile yemeye devam eden koçlara, koyunlara, kurbanlara.
Bir avuç fıstığa tav olup kesim alanına gözü yumuk koşanlara. Hem oradan hem buradan otlayanlara, veyl olsun! eğer tam bir kardeşler dayanışmasına girmezsek içimizden bazıları sadece kesimlerini en sona bırakmış olurlar. Halbuki iş birliği ile her
şeyi kurtaracağımızı tarihin bize verdiği tecrübe ile bilmemiz gerekiyor. Bu yanlış birleşmeye ve amansız kasaplarla birlikteliğe hoşgörü diyenlere yanarım gider, ağlarım gider. Asil bir şevke ve soylu bir aşka “radikal dincilik” demekte düşmanla işbirliğine girenlere, köktendincilik dinamitini düşman adına kullananlara karşı içimden kopan sayha şudur sadece: “Eyvah! Eyvah! Eyvahlar olsun! Yazıklar olsun!”
O günün şartlarıyla bugünün şartları aynıdır. Kalın kalabalık Çin boyları kendi aralarında birlik sağlayıp, kolay karşı durulmaz bir güç sağladılar. Sarhoş Moskof kalabalıkları da kâfir oldukları halde birlik ve bütünlük içindeydiler. Vurdular ve aldılar. Türk boyları tarih boyunca bunların ikisinden de, ikisinin toplamından da daha güçlü buluna gelmişlerdi. ve Müslümanlar olarak sürekli tek bir cemaat olma borcu altındaydılar. Tarihi, coğrafi ve jeo-stratejik şartlar da onları buna zorladığı halde, esef edilecek bir durumdur ki, fitneden ve kendi aralarında çekişmeden kurtulamamışlardır. Onlar ne ettilerse kendilerine etmişler, ne buldularsa kendilerinden bulmuşlardır.
Bugün adlarına cemaat lideri denen kişilere ibret almaları için arz olunur. Kendilerini lâ yüs’el sanmamalıdırlar. asırlar sonra gelecek nesiller bile onları sorgulamaya devam edeceklerdir. Büyük İslâm Cemaati ile kimse ters düşüp çekişmeye girmesin. Kardeşlerini zayıflatıp kahpe avcılara destek sağlamasın. ve hele asla onlardan gelecek hayra ümit bağlamasın. Herkes çok iyi bilsin ki, yamyamların aslan avlayan mızraklarının ucunda hemen kendisi vardır; hem de ana hedef olarak. Kuzuya verilen
yulaf ve arpa, sadece etinin semizlemesi, kebabının ve çevirmesinin daha lezzetli olması içindir. (Sh: 289)
“Ya Rab! Ya Rabbî! Müslümanları yeniden cemaat eyle!
Müslümanların cemaatlerini yeniden ordu eyle!
Müslümanların kahraman ordularını yeniden cemaat eyle.”
(Sh: 328)
Kimliğin Esası Dindir
Yunanistan veya Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerimizin kemiklerine bakarsanız, değiştirilemeyen tek karakter görürsünüz: Müslüman olmaları. Onları bütün dünya, Büyük Dünya İslâm Cemaati’nin üyeleri olarak tanır. Fakat Türkiye ile hiçbir organik bağları kalmamıştır da, tanınmaz da. Çünkü kimliklerinde veya pasaportlarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile organik bağlarının olmadığı, aksine bulundukları ülkenin vatandaşları oldukları belgelenir. Burada belli olan şudur: Cemaat, devletler üstü ve devletleri de kuşatan bütün toplumsal yapılanmaların en üst grubudur. Onların devlet ve millet bazında ülkeleri ile organik bağları son bulduğu halde, cemaat bazında devam etmesi, cemaatin bertaraf edilemez bir güçlülükte, devlet kuvveti ile ulaşılıp yok edilemez en üst düzeyde olmasındandır.
Türkiye’deki Rûmlar için de aynı şey söz konusudur. Onların Yunan Devleti ile
organik bağları ve ona bağımlılıkları yoktur. Bu, söz konusu bile değildir. Onlar
birer Türk vatandaşıdır. Pasaport ve kimliklerinde bunu görürsünüz. Ama onlar Hristiyandır. Dünya Ortodoks Cemaatine bağlıdırlar. Bu bağı koparmaya hiç
kimsenin gücü yetmez. Türk Devleti’nin de.
(Sh: 333)
Cemaat Mayası
Horlanıp duran, defalarca imha edilen Yahudiler, bugün yeniden devlet olabilmişlerse bunu, cemaat mayasını koruyabilmiş olmalarına borçludurlar. Burunlarının dibindeki ve en çok kendilerini ilgilendiren bu dirilişten ibret almayan Cezayir ve Mısır devletleri, kendi cemaatlerini ateş ve ölümle sindirmek ve zaferin sırrı olan cemaat sırrını yok etmekle meşguller. İki yüz milyonluk Arap dünyasının 3-5 milyonluk Yahudi Cemaati
karşısında perişan ve mağlup olmasının sırrı da burada yatar. Arap orduları kendi milletleriyle savaşırlarken, Yahudiler de Araplarla savaşıyorlar. Arap Devletlerinin, bu iki kuvvete karşı dayanabilme ihtimali var mıdır? Kendi milletleri ile çarpışan ordunun ayakta kaldığı görülmüş müdür? İslâm ülkeleri genellikle kendi kendileriyle harp halindedirler. (Sh: 341)
Lokmân’ın, Oğluna Nasihatini
Lokmân Aleyhisselam’ın, oğluna nasihatini anlatan onun adını taşıyan sûredeki nezaket ve inceliğe de dikkatleri çekmek isterim. Lokmân Sûresi: oğluna öğüt vererek:
Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.” (Lokmân Sûresi: 31/13)
“Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük) bir hardal tanesi ağırlığı kadarcık bile olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin (derinlerin) de bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah çok lütufkardır, her şeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namaz kıl. İyiliği emret. Kötülükten vazgeçirmeye çalış. Başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övüngen kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) merkeplerin sesidir.” (Lokmân Sûresi: 31/13, 16-19) (Sh: 354)
Yenik Bir Ordunun Kaybolmuş Kumandanı
Yenik bir ordu, kumandanını kaybeder de, korku ile nasıl sahralara dağılırsa, Müslümanlar da bugün öylesine dağılmış bulunuyorlar. O kumandan bulununcaya kadar, o ordunun savaşmasını beklemek boşunadır. Yahut başı bozuklardan biri, kendini kumandan ilan edip de, gerekli itâati sağlayıncaya kadar. Bu itâat, zorbalıkla sağlansa da geçerlidir. Bir şartla ki, dağılmış olan ordunun ana hedef ve maksatları gözetilmelidir. Hukuk zemini üzerine oturacak ve o yönde gerçekleşecek olan yeni
durum meşrudur. Bu durum, cemaatin başsız kalmasından, sürü haline gelmesinden daha iyidir. Ancak Haremeyn’in bugünkü yöneticileri bu görevi üstlenmedikleri gibi, bunu önlemeyi de bir görev olarak yüklenmiş gözüküyorlar. Yoksa, bir zorbanın çevresinde kendini toparlayan başı bozuklar, çeteleri, haramileri, yol kesen eşkıya güruhunu oluştururlar. Devleti bir çete haline getirirler. Kâinât çapında bir sorumluluğu yüklenmeye hazır olmak, ölçülü ve hukuk kuralları içinde kalmak, meşruiyetin temek şartıdır. Hukuka dayanmayan hiçbir toplumsal harekete meşruiyet tanıyamayız. Yoksa her şey ayağımızın altından kayar gider. (Sh: 372)
Rusların Yaptıkları
Ruslar, idareleri altındaki Türk yurtlarında halkı hep sarhoş etmişler. Sovyetler çökünce, Türk dünyasına yaptığım birkaç seferde bunu yakından gördüm. Otel asansörlerinde rastladığımız din ve soy kardeşlerimiz, içki dökülmüş halılar gibi kokuyorlardı. Hz. Akşemseddin Vakfı olarak, Tataristan’a Ramazan irşadı yapmak üzere gönderdiğimiz hocalara, misafir kalmak üzere indikleri ev sahibi votka ikram ediyordu. Haram olduğu
kendisine söylenince, “O da ne demek?” diye soruyor, cevabını beklemeden bu sefer de rakı ikram ediyor ve “Bu da haram olacak değil ya” diyordu. (Sh: 417)
Hadisi Şerifler
Kişi dostunun dini üzeredir. O halde sizden biri kiminle dostlaştığına baksın.”
“Allah’a itâat etmeyene itâat yoktur.”
“Allah’a isyan edene itâat yoktur.”
“Allah’a isyan hususunda itâat yoktur.”
(Sh: 423)
“Müslüman kişiye gerekli olan, hoşlandığı ve hoşlanmadığı durumlarda da dinlemek, ve itâat etmektir. Ancak isyan ifade eden bir şeyle emredilmesi müstesnadır. Eğer masiyetle emredilirse ne dinlemek ne de itâat etmek vardır.” (Sh: 424)
Kiliseli Okullar ve Üniversiteler
Amerika, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde kilisesi olamayan okul ve üniversite yoktur.
Bu ülkeler ateist nesiller istemiyorlar. Laiklik adı altında ateist uygulamalara da hiçbir zaman sapmamışlardır. İnsan dediğimiz varlıkta doğru veya eğri de olsa, behemehal bir din duygusu gerekiyor. Onun kalbini bir gönül ve vicdan haline getirecek olan ancak bu duygudur. Bu sebeptendir ki, bütün dünyada sosyal bir depremle karşı karşıya kalan insanlık, yeniden dine dönme kararındadır. Amerika’nın bugünkü başkanı, bir
Hristiyan gençlik teşkilatının sadık üyesidir. Özel sivil kıyafetlerinde bir üniforma gibi
o teşkilatın armasını bulunmaktadır.

Tarihte dinin en büyük düşmanı olarak boy salmış komünist ülkeler bile bu karara
katılmışlardır. 1993 senesinde Moskova’da Rus halkının, komünizmin tepetaklak
yıkılmasından sonra açılan kiliselerde ne kadar coşkun bir heyecan içinde, yüksek sesle kadın erkek, koro halinde ilahi okuyorlardı. Heyecan içinde gözlerinden yaşlar akanları
gördüm. Hem de Kızıl Meydan’daki bir kilisenin bahçesinde. Lenin Mozolesi’nin duvarları inim inim inliyordu. (Sh: 446)
Adâlet
“Ey imân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar (fark etmez), Allah onlara sizden daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın. Eğer sapar, yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız, Allah yaptıklarınızdan haberdardır” (Nisâ Sûresi: 4/135)
“Ey imân edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâlete şahitlik edenler olun. Bir kavme duyduğunuz kin, sakın sizi adâletsizliğe sevk etmesin. Adâletli olun; bu Allah korkusuna daha yakışır. Allah’a isyandan sakının. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir” (Mâide Sûresi: 5/8)
Din, imân birliği esasına dayalı çok daha geniş kuşatma, toparlama ve birleştirme sırlarıyla örülü cemaat hayatını düzenlemiştir. Bu hayat, kâinâta hâkim olan tevhit düşüncesinden doğar. Kendisini kabul eden insanları, her türlü coğrafya ve ırk sınırlarının arkasına sinmekten men eder. Çünkü bu insanlar, dünyanın neresinde olursa olsunlar, hangi ülke ve devletin topraklarında yaşarlarsa yaşasınlar, birbirleri ile kardeştirler. Irkları, meşrep ve mezhepleri ne olursa olsun. (Sh: 494)
İş Dünyamızın Ufkundaki Işık, İslâm’ın Girişimci Kültürlü ve Pazar Yolu adlı kitaptan aldığım parçalar
Merhum Naim kardeşimin “İş dünyamızın ufkundaki ışık, İslâm’ın Girişimci Kültürü ve Pazarın Yolu” adlı kitabını da tanıtmak istiyorum. Merhum kitabın ikinci baskısını 26. 11. 2009 tarihinde ”Gönül dostum can arkadaşım muhterem
Mehmet Solmaz’a saygı ve sevgilerimle”
yazarak bana hediye etmişti. Kitap 623 sayfadır.
Bu kitap daha sonra “İslâm’ın girişimci kültürü ekonomi krizlere karşı” ve “İslâm’ın
girişimci değer üretmenin önceliği”
adları ile iki kitap halinde tekrar basılmıştır.
Merhum Naim hocamız kitab’a bir ithafla başlar. İthafi şöyledir:
“Bu kitabı, Allah’a ibâdet eder gibi özenle çalışıp işine yoğunlaşan, kaliteli iş çıkaran yiğit işçilerimize; servetlerini sermaye edinip iş kuran, çalışanlara ve ülkemize başarıların tarihi zafer kapılarını açan kahraman girişimcilerimize ithaf ediyorum. Ve de iş hayatının kaçınılmaz zorluklarının uykusuz gecelerin sıkıntılarını içine atıp, hüzünle yaşayan ve her şeye rağmen işini ayakta tutan, çalışmaktan usanmayan çilekeş kuruculara; bu
kitabı yazmamda bana modeller sunup ilham kaynağı olan sevgili Böyet kardeşlere ve tüm İMES (İstanbul Madeni Eşya Sanatkarları Kooperatifi) esnafına bu çalışmamı armağan ediyorum.”
Mahmut Naim kardeşimiz sadece iyi bir vaiz değildi. İyi bir düşünür, düşüncelerini satırlara döken iyi bir yazar, sohbetleri ile insanların gönül kapılarını açan iyi bir mürşitti. Yazarlığa geç başladı. Yazarlıkta tam kıvamını bulacağı zaman ecel onu yakaladı. Naim kardeşimin eserleri orijinal eserlerdir. Kur’ân-ı Kerîmden, sünnet-i seniyyeden, İslâm Tarihinden, İslâm büyüklerinden beslenen kendi düşüncesi ve kendi uslûbu ile yazılmış eserlerdir. Sağdan, soldan alınmış ve derlenmiş eserler değildir. Kolayca okunuyor. Kitap, her Müslüman için, özellikle ticaret erbabı için yol gösterici bir kitaptır. Kitapta son derece akıcı bir üslup vardır. İnsan kitabı okurken konulara kendini öyle kaptırıyor ki, zamanın geçtiğinin farkına bile varamıyor. Okumaktan yorulmuyor. Kitapta anlatılan konular âyetlerle, hadislerle, Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem’in ve sahabe-i kiramın hayatından örneklerle, tarihten alınan olaylarla destekleniyor, doğru çalışmanın, helal kazanmanın, helal yere sarf etmenin, iktisadî, ticârî, sanayi ve her alanda önder olmanın Müslüman’a Allah’ın yüklediği bir vazife olduğu anlatılıyor. Kitaptan aldığım bölümler:
Tarihimiz
Tarihimiz ve yaşadığımız coğrafya, bizi girişimci atalarımızın yolunda yürümeye zorlamaktadır. Üzerinde yaşadığımız kıtalararası işlek köprüde başka seçenek yoktur. Kavimler göçünün yolları üzerinde gördüğümüz ayak izleri, değer üretenlerin bu
toprakları vatan tuttuklarını, üretemeyip geri kalanlarınsa silinip gittiklerini göstermektedir. Değer üretmek insanın varlık sebebidir. İnsan, dünyayı imar etmek için yaratılmış, peygamberlerin izlerini sürerek o ana cadde üzerinde medeniyetler kurmak için halife seçilmiştir. Bu onun ibâdeti olmuştur.
Bütün peygamberler bilgi ve hikmetle yüklü olarak gönderilmiştir. Medeniyetler onların ellerinde taşıdıkları bu bilgi temeli üzerine kurulmuştur. Bizse son bilgi çağının peygamberine ümmet olarak gönderildik. Bu çağın en belirgin, belki de tek
sermayesi imânla sulanıp beslenen bilgidir. Bilgi, ana sermaye olmanın yanında, dünyayı yönetmenin de en büyük silah olarak dikkat çekmektedir. Gerçek bilgi ve imânla yönetilmek, insanoğlunun ve tüm yaratılmışların en büyük mutluluğu olacaktır. İmânı da kapsamayan bilgiyse mutluluk yerine acılar, ölümler getirecektir. Ne barış, ne huzur ne adâlet ne refah… (Sh: 7)
Sultan Fatih
Yirmi yaşlarındaki Sultan Fatih, Kostantiye fethini düşünmeye başlayınca projelerini bitirinceye kadar uyku yüzü görmemiştir. Girişimci kişiliği, onu atını denize sürmeye zorlarken, birkaç yaş daha alıp olgunlaşmasına izin vermemiştir. Çünkü ömür kısa, yol uzundur. Görüldüğü gibi, bir fikre hâmile olanlar, düşünce sancılarının verdiği ıstıraplar içinde yataklarında kıvranıp dururlar. O sağlıklı fikri doğuruncaya kadar uyuyamazlar; belki de doğum sancıları içinde ölüp giderler. Tarihimizi zaferlerle taçlandıran bu kahramanlardan her biri, benim rüyalarımı süsleyen soylu cennet atlılarıdır. (Sh: 9)
Kâbe’de Kore Markalı Çorap
“1987 yılında Kâbe’de önümdeki safta namaz kılarken bir Müslüman’ın çorabının tabanında “Kore Malı” simgesini görünce, uzun süre gerçekten gözlerim uyku tutmadı. Kendimi ve diğer hoca Efendileri, hâlâ vicdanımda sorgulayıp dururum” (Sh: 9)
Mekke’de Yunan Zeytini
Aynı yıl, Aziziye’deki bir otelin altında market işleten Karadenizli hemşehrim Temel bize hazırladığı kahvaltıda Gemlik zeytini verememiş; soframıza o zevksiz beş para etmez Yunan zeytinini koymuştu.“Sen ne biçim Türk’sün ki, dünyanın en lezzetli zeytini bizim ülkemizde yetişirken, soframızda şu işe yaramaz Yunan zeytinini koyarak bize eza ediyorsun” demiştim. O gün, Temelden aldığım cevap ta uzun süre uykularımı kaçırmıştı. “Buralara Türk zeytini gelmiyor. Geçmişte birkaç sefer getirmişler, tenekenin üstü ile altı aynı kalitede çıkmayınca bir daha almıyorlar” demişti Temel. (Sh: 10)
Dini Olmayan
Dini olmayanın nasıl dünyası olmazsa, dünyayı yok sayanın da dini olmaz. Din miskinlerin, acizlerin yaşama biçimi değildir. Çünkü hak, hep üstün olma tabiatındadır. Eğer haksa öyle olmalı, en yükseğe çıkmalı veya çıkarılmalıdır. Şanına uygun mudur ki, Hak ve onun mü’minleri harmanda savrulup gitsin, dağılsın. (Sh: 22)
Her Din, Her Peygamber
Her din, her peygamber, bozuk düzenli dünyaya doğru düzen verme düşünce ve göreviyle gönderilir. Allah (cc)’ın razı olacağı düzeni verme göreviyle… Bu iddiadan yoksun olan hiçbir din varlığını sürdüremez. Dinin varlığı sebebi toplum hayatına hükmetmektir. Bunu gerçekleştirdiği oranda vardır. Yoksa geçerliğini, varlığının hikmetini kaybeder. Hak dini getiren bütün peygamberlerin ortak hedefi bu olmuştur. Onlar hayatı yeniden kurmuşlar, toplumu yanlış yollardan koparıp en doğru ve geçerli yola koymuşlardır. (Sh: 23)
Ölçü ve Tartı
Pazarda ölçü ve tartı işleri ve ticaret bozuk olan Medyen Kavmi’ne ve Eyke’lilere Şuayb (as), peygamber olarak gönderilmiştir ki, alışveriş ilişkilerini yeniden düzene koysun. Çarşıyı, ticareti bilmeyen bir kişinin bu ıslahatı yapabilmesi mümkün müdür? En eski zamandan beri çarşı ve alışveriş düzeninin sağlanması, ölçü ve tartının standart hale getirilmesi, dinin ve peygamberlerin temel görevleri arasında yer almıştır. İlk ölçü
ve tartı aletlerini İdris(as) yapmıştır. Kaynaklar, onun Şit (as)’in torunu, Nuh (as)’ın da dedesi olduğunu nakleder. “Allah’a tevekkül ediyorum” diye oturup bekleyen, sadece ibâdetle ömür geçiren peygamber gelmemiştir Yahut şu meslek daha faziletlidir deyip ille de onu tercih eden peygamber olmamıştır (Sh: 29)
Yalan Karışan Ticaret
Yalan karışan ticarette serbest iradeye dayanan karşılıklı rıza teşekkül etmez. Bu şekildeki mal değişimi ticaret olmaz. Soygun olur, dolandırıcılık olur, her şey olur fakat ticaret olmaz. Karşılıklı rıza beyanı gerçeğe dayanmalıdır. (Sh: 31) Hadis:
Satarken, alırken, alacağını talep ederken, borcunu öderken
kolaylık gösteren kimseye Allah rahmet eylesin.”
(Sh: 41)

Scroll to Top