1950 Öncesi Zulümleri

Hasib Yılanlı Beyefendi Anlatıyor. “1925 Yılında ben 15- 16 yaşlarındaydım. Kur’ân’ı çoktan hıfzetmiştim. Hafız Ömer Aköz ile Benli Sultan Şeyhi Nureddin Karasu Efendi, beni Kastamonu’dan alıp İstanbul’a götürdüler. Orada Kelâmî Dergâhı Şeyhi, Erbilli Muhammed Esad Efendi’ye teslim ettiler. O zamanlar, Kelâmî Dergâhı, Topkapı’da Çapa Kız Muallim Mektebi karşısındaki sokaklardan birindeydi. Muhammed Esâd, Irak Türklerindendi. Çok alim ve fazıl bir adamdı. Seksen beş yaşlarında bir mübarekti. Siyasi meselelere girdiğini, ima oluyla olsun siyasi konuştuğunu bir gün olsun duymadım. Said-i Nursî Hazretleri’ni de ben o Kelâmî Dergahı’nda tanıdım. Esad Efendi’ye gider gelir, O’nu can kulağıyla dinlerdi. Biz, Esad Efendi’nin din eğitimine devam ediyorduk. Günün birinde Şeyh Sait ayaklanması olmasın mı? Esad Efendi, beni yanına çağırdı. “Oğlum!” dedi, “İslâm’ın sancılı günleri yakındır. Bu ayaklanma dolayısıyla başımıza birtakım belaların geleceğini görür gibi oluyorum. Artık senin buralarda kalman doğru olmaz. Çünkü din eğitimi için gerekli zeminler kurutulacak, gerekli kişiler ortadan kaldırılacaktır. O bakımdan, senin hemen Kastamonu’ya dönmen lazım”
Hocanın elini öpüp İstanbul’dan ayrıldım.
Ben Kastamonu’ya geldikten kısa süre sonra, tekkeler ve türbeler bir kanunla kapatıldı. Kur’ân, suç unsuru olmaya başladı. “Allah!” diyenleri zindanlara atıyor, camilerimizi, hemde vakıflar yoluyla birer ikişer satıyorlardı. “Hiç cami satılır mı?” diyeceksiniz. O yıllarda camiler satılırdı da, yakılırdı da, yıkılırdı da kimse sesini çıkaramazdı. 1930’lu yıllarda, Kastamonu’da yanılmıyorsam, kırk iki camimiz vardı. Bu kırk iki caminin otuz üçünü, Vakıflar İdaresi şahıslara sattı. Geride
sadece 9 cami kaldı. O satılan otuz üç camiden otuz yeni sahipleri tarafından ya dükkân yapıldı, ya yıktırılıp eve çevrildi, ya da yıktırılıp bahçelerine katıldı.

Bugün o otuz üç camiden sadece üç tanesi ayaktadır. Birisi bizim Yılanlı Cami’dir. Onu satın alarak yıktırmaktan kurtardık. Diğerleri de Karanlık Cami ile Keskin Efendi Mescidi’dir. Şimdi burada bilhassa belirtmek isteyeceğim bir husus var.
ömrüm boyunca çeşitli tecellilere şahit oldum. O otuz camimizi satın alıp yıktıranların hepsi, hayatlarında perişan oldular. Kimisi iflas etti, kimisi zürriyetsiz kaldı, kimisi de paraya pula rağmen huzurunu kaybetti. Bir lokma ekmeği ağız tadıyla yiyemediler. Biz o 1930’lu yıllarda, hemen her gün, sokaklarda jandarma önünde, elleri kelepçelenmiş, veya iple sımsıkı bağlanmış hocalar görürdük. Zavallı adamların kollarının altında
suç unsuru olan Kur’ân-ı Kerîm’ler sokuşturulur, karakollara götürülürlerdi. Çünkü Kur’ân okumak da, okutmak da suç kabul ediliyordu.

Artık halk, korkusundan Cuma namazlarına bile gelmiyordu, gelemiyordu. Yeminle söylüyorum: Cuma namazında bazen üç kişi bile olamazdık. Ezan okunur, imamın arkasına ya bir kişi ya da iki kişi gelip büzülürlerdi. İki kişi ile Cuma namazı kılınır mı? Ben, bizim Yılanlı Camii önüne çıkıp gelene geçene yalvarırdım: “Allah rızası için gelin! Cemaati tamamlayın da Cuma namazını eda edelim!” diye, Müslümanları ikna etmeye çırpınırdım. Halkın çoğu, yıldığı, korktuğu için omuz silkip geçerdi. Devir öylesine bir zulüm devriydi. Eski harfli kitaplara karşı da anlatılmaz bir düşmanlık vardı. O güzelim el yazması eserler, nerede bulunursa yakılır, yırtılır, atılırdı. Birçok kimse, define gömer gibi evindeki kitaplarını toprağa gömer, bazıları da evimizde yakalanırsa başımıza iş açar korkusuyla o kitapları ya gizli gizli yakar ya da sulara atardı.

Gözlerimle gördüğüm bir hadiseyi hiç unutamıyorum. Hacıkadı Camii’nin (Ferhat Paşa Camii) kitaplığında binlerce eski Türkçe ile yazılı eserler vardı. Padişah fermanları,
sâlnâmeler, divanlar, cönkler vardı. Bir gün onları belediyenin gübür arabalarına yükleyerek şehrin dışına çıkardılar. ve bir açık alanda, o güzelim kitapları, güya medeniyet adına, ilericilik adına… cayır cayır yaktılar. Yakılanlar sadece Kur’ân-ı
Kerîmler değillerdi. Yüzlerce el yazması ilim, sanat, edebiyat… kitapları da yakılmıştı. Acaba dünyanın hangi milleti bizim o imânsız, kitapsız adamlarımız gibi kendi nadide eserlerini bir Neron vahşetiyle ateşlere atmıştır?

Teselli bulmak için, o utançtan bir parçacık sıyrılabilmek için
bir örnek arıyorum, varsa bana söyleyiniz. Kastamonu, bir gavur işgaline uğramış olsaydı, böylesi bir vahşetle ancak karşı karşıya kalabilirdi. Camilerimizdeki, medreselerimizdeki kitaplarımızdan sonra, sıra kıymetli halılara ve antika eşyalara
geldi. Musa Fakih veya Zihnizade Camii’nin çok güzel ve çok büyük bir halısı vardı. Bütün Kastamonu, o halının vakti zamanında beş yüz altına alındığını bilirdi. İşte o güzelim halıyı Zihnizade Camii’nden alıp, valinin makam odasına serdiler. Bir süre sonra nasıl olduysa oldu, o nadide halı valinin makam odasından çalındı gitti. 70-80 metrekare büyüklüğünde birhalı, hem de vali konağından nasıl çalınabilir? Onu tek başınakim sırtlayıp götürebilir? Hiç kimse, o halının nasıl kanatlanıp uçuğunu öğrenemedi. Daha doğrusu hiç kimse o modern hırsızlığın üzerine yürümek cesaretini gösteremedi. Halka dönük, halk için, halktan yana hakçı bir parti zamanında zavallı halk, “halımıza ne oldu?” diyemezdi.
Şimdi “Erbilli Muhammed Esad Efendi ne oldu?” diye soruyorsunuz. Anlatayım: 1930 yılında Menemen’de beş-on zır cahil yobazın, beş-on beyinsiz adamın gayr-i İslâmi, gayr-i insani, gayr-i ahlâki vahşetini biliyorsunuz. Ben, dinsiz münevverden ve dindar cahilden daima endişe etmişimdir. Çünkü dinsiz münevverle dindar fakat zır cahil adamlar, İslâm’a ve millete öylesine Felâket uçurumları açar ki, içinden kolay çıkamayız. Nitekim, o Menemen faciasını fırsat bilenler, Menemen olayıyla hiçbir Alâkası olmayan ve İstanbul’da oturan Muhammed Esad Efendi’nin masum oğlunu da darağacına çektiler. Esad Efendi, 1930 yılında 90 yaşına basmış bir pir-i fani idi. O yaşta
onu asamadılar.
Oğlunun şehâdetinden sonra, Esat Efendi’yi teskin etmek içinhastaneye kaldırdılar. Orada Esat Efendi’yi sükuna kavuşturmak için bir iğne yaptılar. Mübarek Muhammed Esad Efendi, ebediyen sükuna kavuştu. Zalimlerin ellerinden, yepyeni bir dünyaya savuşup gitti! Ah biz ne günler yaşadık! Rabbim, milletimize ve devletimize o karanlık günleri bir daha göstermesin!”(224)(Sh: 383)


İmamı Azam Ebû Hanife
Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife’yi şöyle anlatıyor: “O, dış görünüşe de ehemmiyet verir, dışının da içi gibi temiz olmasına dikkat ederdi. Elbisesine itina gösterirdi. Elbisenin en alasını giyerdi. Üst elbisesi 30 dinar kıymetinde idi. Kıyafeti güzeldi. Çok güzel kokular kullanırdı. Ebû Yusuf ’un dediği gibi daha uzaktan güzel kokusu duyulur, geldiği belli olurdu. Tanıdıklarını da kendi elbiselerine ve diğer dış görünüşlerine dikkat etmeye teşvik ederdi. Bir gün yanına gelip oturan bir adamın üzerindeki eski elbise gözüne ilişti. Adam kalkıp gideceği zaman, biraz beklemesini söyledi. Meclis dağılıp herkes gittikten sonra adama: “-Şu seccadeyi kaldır, altında olanları al,” dedi.
Adam seccadeyi kaldırdı, altında bin dirhem vardı, durakladı. Ebû Hanife: “-Al bu dirhemleri, onlarla kılık kıyafetini değiştir,” dedi. Adam: “-Ben zenginim, bunlara ihtiyacım yok,” cevabını verince, Ebû Hanife: “-Sen Hz. Peygamber’in şu hadisini duymadın mı?” “Allah, kulunun üzerinde ona verdiği nimetlerin eserini görmeyi sever.”
“Sen şu halini değiştirmelisin. Tâ ki dostların senin için kederlenmesin” (Sh: 392) Yüzyıla Girerken İslâm Cemaâti Düşüncesinin Anatomisi, adlı kitaptan aldığım bölümler:

islam cemaati

Mü’minler Kardeştir
Yeryüzünün neresinde olursa olsun, hangi millet ve ırka mensup bulunursa bulunsun, bütün mü’minler bir tek cemaattir. Bu cemaatin mü’minleri, bunun isterse farkında olsunlar, ister olmasınlar, bu böyledir. Onlar kardeştirler. Kanları, malları ve
namusları birbirine haramdır. (Sh: 7)
İmân Birliğidir
Cemaatte kavmiyet, milliyet veya başka tür bir akrabalık, yakınlık aranmaksızın yalnız imân birliği aranır. İmânı olanların birliği böyle iken, imânı olmayan akraba, süt ve kan açısından ne kadar yakın olursa olsun cemaatin dışındadır. (Sh: 12)
Güven Kaynağı Olmak
İslâm cemaati insanların güven kaynağı, dünya teminatı olmalıdır. Bu sebeple İslâmî terör diye bir kavramın akıldan geçirilmesi bile yanlıştır. Dinlerine ve onu yaşamalarına müdahale edilmediği sürece Müslümanlardan en küçük bir taşkınlık, terör veya kanunsuzluk beklenemez. İslâm cemaati, imân etmeyen insan kardeşlerini kendilerinden ayırmış, onlara karşı bölücülük sergileyen tavırlar koymuş değildir. Tam aksine, sürekli onlarla iletişim kurmak, tebliğ ve irşat için zemin hazırlamak, onları karanlıklardan kurtulmak arayışı içinde olmalıdır. (Sh: 12)
İmân Üzerine Kurulu Hayat
Peygamber Efendimiz (as), kabile ve kavmiyet taassubuna dayanan taraf tutuculuğa, kesin olarak karşı çıkıyordu. Hak, adâlet, eşitlik ve en başta da imân üzerine kurulu bir hayat disiplini getiriyordu. Hiç bir kavmin öteki kavimlere üstünlüğü söz konusu bile değildi. Allah (cc)’ın bütün kulları birbirine eşittir. Asîl olanlar ve basit olanlar diye yapılan ayrımlar gerçekte hiç bir değer ifade etmiyordu. Avam Kamarası-Lordlar
Kamarası diye bir ikilem geçerli olamazdı. Bunlar, insanların ağızlarında geveleyip durdukları boş sözlerdir. Çünkü bütün insanlar Âdem (as)‘ın çocuklarıdır. Babaları Âdem, analarıysa Hz. Havva. İnsanların hepsi topraktan yaratılmıştır. Eşitliğin
gerekçeleri de bunlardır. Normal bir akıl, zaten başka gerekçe arayamaz. (Sh: 17)
Biz Seni Yalanlamıyoruz.
Biz seni yalanlamıyoruz, fakat Allah’tan getirdiklerini kabul etmiyoruz” Diyebiliyorlardı. Güçleri ancak bunu söylemeye yetiyordu. Efendimiz (as) da buna benzer sözlere son derece üzülüyordu. Gene bir defasında Ebû Cehil, Hz. Peygamber (as)’e: “Biz sana yalancı demiyoruz. Çünkü senin emin ve sadık olduğuna hepimiz kaniyiz. Biz ancak Allah’ın âyetlerini inkâr ediyoruz” demişti. Bunun üzerine Allah, Cibril(as)’ı gönderdi.
Getirdiği âyet şu idi: “Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Onlar hakikaten seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler açıktan açığa Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. (En’am Sûresi: 6/33)
Kara Perde
Kabileler, kabile kişiliği ile Müslüman oldular. Daha sonra da devletler, devlet kişiliği ile Müslüman oldular. Bugün devletler nasıl demokrat, liberal, sosyalist, kapitalist…vb. olabiliyorlarsa Müslüman da olabilirler. “Devletin dini olmaz” safsatası, bir yalan ve yutturmacadan ibarettir. Devlet nasıl kapitalist veya sosyalist olabiliyor? Çünkü İslâm da, bahsi geçen ekonomik ve siyasî sistemler gibi bir sistemdir. Dahası, onlar batıl birer
sistemken, İslâm hak olan bir sistemdir. O sistemlerin İslâm’ı kabul etmeme hakları olduğu gibi İslâm’ın da onları da reddetme hakkı vardır. Bu, objektif düşüncenin bir neticesidir. İşin doğrusu böyleyken, bu düşüncenin radikal olduğu iddiası ile ortaya çekirge sürüsü gibi bir takım adamlar salındı. Bunlar, İslâm’ın gerçeği olan bu imâna “Kökten dincilik” diye bir kara yafta yapıştırdılar. Tutar mı? Tutmadı elbet. İslâm neyse odur. Güneşi, önüne kara bir perde asarak karartabilir misiniz? (Sh: 53)
İslâm’ın Temel Hedefi
İslâm’ın temel hedefi, tüm insanlığın birliğini sağlamaktır. Çünkü bu din, çeşit çeşit gruplara ayrılmış olan insanlığı, tek inançlı bir cemaat olmaya çağırır. Aralarında yalnız kardeşliğin hükümran olduğu sulh ve selamet cemaati olmaya, saadet cemaati olmaya, bu cemaat, kendisinden başka doğru ve hak olmayan İslâm’ın ve onun toplum düzeninin üzerinde oturur. Bu düzenin birliğini, çekirdeğini oluşturan cevher imândır. O’nu benimseyenler tek bir cemaat olarak kabul edilir. Benimseyenlerin de malı, canı, tam bir garanti altındadır. Mal, can, beden bütünlüğü, namus dokunulmazlığı, vicdan hürriyeti, elhasıl bütün hürriyetler korunacaktır. Bunları taahhüt eden Hz. Allah(cc)’tır. Çünkü İslâm’da zorlama yoktur. Kur’ân’ın bu konudaki tasavvurları şöyledir: “Hakikaten bu, bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Öyleyse bana kulluk edin” (Enbiya Sûresi: 21/92)
“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. o halde kim tâğutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (Bakara Sûresi: 2/256)
“İsteyen imân etsin, isteyen de inkâr etsin!”(Kehf Sûresi: 18/29) (Sh: 62)

Ben Yerine Biz
İnsan her şeyi yaratıp yöneten, ortağı olmayan tek Allah (cc)’ın varlığını idrak ettiği andan itibaren, O (cc)’na teslim olan cemaate katılır. Bu katılış, mü’min bir cemaatle bütünleşmesi, “ben” yerine “biz” idrakine ulaşması ve kendisini daha güçlü hissetmeye başlaması demektir. Bir çok şeyini o mü’min kardeşleriyle paylaşması, onların da bu mü’min kardeşlerini kendilerine sırdaş, kardeş ve paydaş olarak kabul etmeleri demektir. Baba mü’min değilse, oğluna bu imân kardeşleri kadar yakın olamaz. Aynı kavmin ve milletin üyeleri arasında bugün böyle bir yakınlığı hayal bile edemeyiz. Amca, oğul, kardeş, eğer mü’min değillerse birbirlerine bu mü’minin o imân kardeşlerine yakın olduğu kadar yakın olamazlar. Mü’minin ruhu, ancak böyle bir cemaatle harman olduğu zaman huzur bulur, kemale erer. Geçen paragrafta örnek olarak sunduğum, baba ve oğul oldukları halde aynı milletten olmayan kişileri hatırlayalım. Yalnızlık, ancak bir cemaate katılarak yenilebilen bir duygudur. İmân birliği sağlanmadan, sadece bedensel katılım, bir güven vermemektedir. Kişiyi yalnızlıktan kurtaramamaktır. Kat kat apartmanlarda oturan nice insan tanıdım. Bir köy büyüklüğünde ve kalabalıklığındaki binada oturdukları halde, yalnızlıktan bunalım geçiriyorlar, adeta patlıyorlardı. Çünkü o kalabalıkta, ortak bir kardeşlik duygusu bulunmamaktaydı. Onlar ancak köpekleri dost tutup, onlara hizmetçilik yaparak bu dostluk ihtiyacını karşılamaya çabalıyorlardı. Bu yalnızlığı yemeye cemaatten başka hiçbir topluluk yetmez.
Kadıköy İskelesi, hınca hınç adam doludur; oradaki insanlar gene de yalnızdırlar. Yahut sirkeci tren istasyonu, Yeşilköy hava limânını düşünün; buralarda onca kalabalığın içinde insanlar gene de yalnızdırlar. Sohbet ve düşünce birliği ile imân bütünlüğü sağlanamadan ideal cemaat olunamıyor. Atalarımız bu duyguyu ne güzel dile getirmişler:
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane”
“Gönül sohbet ister kahve bahane”

Bir cemaate katılıp, orada kaderimizi kardeşlerimizle paylaşmamıza, Allah için sevip O’nun için düşman olmamıza “imânın en sağlam kulpu” denmiştir. Kur’ân ve sünnet, bütün mü’minleri ibâdet ve hürriyete çağırır. Allah(cc)’a kul olmadan, kişinin gerçekten hür olması mümkün değildir. Dikkatedilirse, O’na kulluk yapmayanların tümü, birbirlerine perestiş ve tapınma ezikliği ve yenilikliği içindedirler. Bu, insan için
gerçekten alçaltıcı bir köleliktir. (Sh: 72)
İyilik Üzere Yardımlaşmak
Çevrenize şöyle bir bakın, Hakk’a kulluk etmeyenleri, Firavun ve Nemrut timsali birilerine kudsiyet nisbet ederken, onlara karşı eğilip bükülürken göreceksiniz. Putlaştırdıkları o kulcuklar, onlara analarından babalarından daha sevgilidir. İslâm,
işte bu alçaltıcı kullar kulluğundan insanları kurtarıp, tek mabud olan Allah(cc)’ın kulluğuna sevk etmek için gelmiştir. O, insanları kalplerin ve ruhların yardımlaşmasına sevk eder. İnsanların birlik ve beraberliğini gerçekleştirmeyi hedef olarak gösterir.
Allah şöyle buyurur:
“İyilik ve takva üzerine yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın” (Mâide Sûresi: 5/2)
“Birbirinizle çekişmeyin, sonra dağılırsınız ve kuvvetiniz(kaybolup) gider” (Enfâl Sûresi: 8/48)
Peygamber(as) şöyle buyurur: “Mü’min mü’min için, binanın birbirine bağlı olan duvarları gibidir” (Ramuzul’ehadis 1/230)
“Bütün mü’minler tek bir kişi gibidirler. Birinin başı ağrıyacak olsa hepsinin başı ağrımış olur. ve birisinin gözü, rahatsızlığından şikâyette bulunsa hepsinin gözleri şikâyette bulunur” (Ramuzul’ehadis: 1/232)

Peygamber davetine uyarak cemaate katılanlar, rahmet ve nimetler içinde yaşarlar. Bu davete uymayan ve cemaate katılmayanlar da, sürekli ihtilaftadırlar. Bitip tükenmeyen fitne yolu veonun da sonunda bekleyen cehennem azabında, şeytan ve taraftarları ile beraberdirler. Nitekim, Efendimiz(as) tarafından buyrulmuştur ki: “… Cemaat rahmettir, ayrılık ise azaptır” (Ahmed bin Hanbel: 4/378) (Sh: 74)

Zekât ve Faiz
Her yıl zengin mü’minlerden yoksul kardeşlerine doğru asgarî % 2,5’luk bir servet transferi gerçekleşir. Bu kadarı en cimri bir İslâm cemaatinin işidir. Bunu artırmak veya ihtiyaç duydukça artırıcı teşvik tedbirleri getirmek mümkündür. İyi hesap edilirse bu, milli gelir içinde çok önemli bir yekun tutar. Seyyal olan bu değer, ülkenin herhangi bir yerindeki yoksullukla mücadele etmek üzere sevk edilebilir. Ancak şu noktayı unutmamak gerekir ki zekât, sadece İslâm cemaati üyeler arasında alınıp verilen bir değerdir.
Halbuki o anda, İslâm’dan habersiz insan kardeşlerimiz de birbirinden karşılıklı bir şey alıp vermektedirler. Fakat bedeli olan bir alış veriştir bu. O bedel de faizdir. ve her bir sene içinde, buyolla onların fakirlerinin sırtından zengin kardeşleri, servetlerine servet katarlar. Yoksulluk azdıkça azar, zenginlikte zulüm üstüne zulüm olarak katlandıkça katlanır. Bu gün İslâm dünyasına baktığımız zaman ayni illetin bizde de ortalığı kararttığını görüyorsunuz. Hakkı yaşamıyoruz derken kastım işte buydu. ve buna daha benzer bir çok yanıklar. Yaşamadığımız bir disiplinin mutlu neticelerini nasıl ümit
edebiliriz? Ve mutluluklarımızın sebeplerini de nasıl İslâm’a yükleyebiliriz? Eğer zekât manivelasını atmış, ekonomik hayatımızı faizle düzenlemeyi benimsemişsek ortaya çıkacak olan hastalıkları zekâta yükleyebilir miyiz? Sene sonunda, zengin kardeş biraz daha zenginleşmiştir ama, bu işi fakir kardeşinin ekmeğini aşırarak, kanını emerek yapmıştır. Müslüman ülkelerdeki durumda aynen böyledir. Bu kardeşlerden ne duvar
olur, ne de tuğla. Ne ev olur ne de köy, kasaba. Fakirin kovasından zenginin kovasına su alınıyor, tenceresinden de tencesine çorba aşırılıyorsa, bu kardeşlerden duvar olur mu? Ya da ev? Ya da millet? (Sh: 93)

Namaz ve Namaz Kılan Müslüman
Hangi teşkilat, günde beş defa bütün dünyadaki üyelerini toplayıp bir yere getirebilir? Aynı komutlarla hangi hareketleri yaptırabilir? Direktifler verebilirler. Hem de yalnız hayır için. Güzellik ve eğitim için. Yardımlaşmak, dertleri dinlemek, sıkıntıları yenmek için. Her biri bir forum olan bu toplantılarda istişarelerde bulunmak, yeni çözümler geliştirmek için. Diyebiliyoruz ki, beş vakit namazını kılan, her yıl zekâtını veren
veya alan, bir de ramazan orucunu tutan hiçbir Müslüman’ın şerre alet olduğunu göremezsiniz. Mesela, hırsızlık yapmaz. Adam öldürmez. Teröre bulaşmaz ve de asla hiçbir suretle terörü haklı görmez. Banka soymaz.. Kuyumcu dükkânını basıp, içeridekileri yaralamayı ve öldürmeyi göze alarak yağmalamaz. Irzları mukaddes görür. Komşu hakkına tecavüz etmez. Hakhukuk konusunda inananla inkâr edeni birbirinden ayırmaz. Yalan söylemez. Uyuşturucunun hiçbir çeşidini kullanmaz. Kumar oynamaz. Kaçakçılık yapmaz. (Sh: 97)

Noksan Eylem ve Amelleri Olanlar
Şu kadarını peşin olarak söyleyeyim: Noksan eylem ve amelleri, görüş ve düşünüşleri olsa da, ülkede yaşayan ve dinleri bir olan insanların bütününün cemaat olarak kabul edilmesinden yanayım. Bunun bazı gerekçeleri de bana göre şunlardır:
1-Önce saflarımızı kalın hatlar halinde güçlendirme ihtiyacı içinde olduğunuzu tesbit etmeliyiz.
2-Her kusurlu olanı karşımıza alırsak, kendimiz de dahil olmak üzere kusursuz kimse bulamayacağımızı temel prensip olarak almalıyız.
3- Zümrecilik yerine cemaat tavrı, bize yaygın bir alanda güçlü olduğumuzu hissettirecektir. Karasızların ilgiye ve kabul görmeye ihtiyaçları vardır. O sebeple İslâm, insanla en kolay buluşmanın geniş zeminini koymuş, bir kelimeyi söyleyeni kabullenmiştir.
4-Aksi tavrı kabul ettiğimiz takdirde husumet cephesi genişler ve onun taraftarları hızla büyür ve artar. Biz azalırken onlar çoğalırlar. Bu kaygan ve belirsiz zemin bizim aleyhimizdedir.
5-Bizim sağlam kabul etmediklerimizi inkârcılar ve şer ehli başlarına taç yaparlar. Onları allayarak pullayarak üzerimize salarlar. İkrime bin Ebi Cehil ve Halit bin Velit ile ilgili olarak Peygamber Efendimizin tavrına dikkatleri çekmek isterim.
Nitekim, bugün bunu yaşıyoruz. Sevgi ile yaklaşmak suretiyle eğitemediğimiz kendi halkımızı Sünni-alevi, Türk-Kürt, laik dindar gibi kamplara ayırıyorlar. Bizimle tutuşmak istedikleri savaş dahil her türlü mücadelede bize karşı kendi halkımızı ve
çocuklarımızı kullanıyorlar. Bugün Türk ordusu kendi ülkesinin çocuklarıyla savaşıyor. Ben diyorum ki, bugün dağlarda ordulaşan eşkıya takımı, acaba bizim gönüllü kahramanlarımız olamazlar mıydı? Hatta bugün kendisi ile çarpıştıkları ordunun
en sağlam unsurları haline getirilemezler miydi? Devşirme sistemiyle Hristiyan çocuklarından, zamanın en kudretli kara ordularını kuran Osmanlı’yı şöyle bir gözünüzün önüne getirin.
6-Bizim tabyamız, daima husumet cephesini küçültmek, kendi cephemizi büyütmek, karşı tarafı tecrit etmek, yalnız bırakmak temel fikrine dayanmalıdır. Kendi çevremizi genişletirken onların çevresini boşaltmak, cemaat yapımızın ilk gününden beri
Peygamber Efendimiz (as)’in metodu olmuştur.
7-Tevhid kelimesini söylemesi, bir kimsenin İslâm cemaat’inden sayılması için ilmen yeterlidir. Bizden öncekilerin aramadıkları bir takım şartları

Scroll to Top